26 Aralık 2012 Çarşamba

İçinden Tren Geçen Filmler 3 : Hachiko A Dog's Story


Richard Gere'nin başrolünde oynadığı bu film o kadar sade bir film ki... Anlatacağı şeyi öyle dolandırmadan duru bir şekilde anlatıyor. Filmde anlatılan hikayenin Japonya'da yaşanmış bir hikaye olduğu da söyleniyor (Baş kahraman olan köpeğin heykelini bile yapmış adamlar) Filmin içeriğine izleyecek olanlar için pek girmiyorum lakin bir trenin yolunu bir köpek bekliyor bu sefer. Hiç gelmeyecek birini bekliyor üstelik...

Gerçekten izlenmeye değer bir film. Özellikle hayvan düşmanı abidik gubidik tiplerin ekranda boy gösterdiği şu günlerde muhakkak izlenmeli.






24 Aralık 2012 Pazartesi

Trenler ve İnsanlar


18 Aralık 2012 Salı

Çocuklar ve Oyuncaklar

Bir süredir drama dersleri alıyorum. Kısa bir süredir de bir proje kapsamında "drama eğitmeni" olarak çocuklara dersler veriyorum. Çocuklar drama etkinliklerinde çok eğleniyorlar. Ben de eğleniyorum. Onlar eğlenirken kendilerine dair de gözlem yapma şansı elde ediyorum. Zira drama etkinlikleri çocukların iç dünyalarına dair birçok ipucu veriyor. Hangi sosyal çevreden geldiklerini, ailelerin çocuklar üzerindeki etkilerini, çocuğun potansiyelini, ruh hallerini, kendilerini, duygularını, yeteneklerini görme fırsatı yakalıyoruz. 

 Yapmış olduğum gözlemlerde şunu görüyorum: Çocuklar oyun oynamayı bilmiyorlar. Oyundan kastım nitelikli bir oyun. Evet hâlâ - sayıları her ne kadar son zamanlarda bilgisayar oyunlarının yaygınlaşmasıyla azalmış olsa da- çocukları sokakta oyun oynarken görmek mümkün. Lakin benim kast ettiğim şey bu değil. 

Çocuklar anneleriyle babalarıyla oyun oynamıyorlar. Çocuğa yüzlerce oyuncak almak çocuğa iyilik etmek değildir. Çocuklar bir sopadan direksiyon yapabileceklerini bilmiyorlar misal. Bir şeyi oyunlaştırma konusunda sıkıntı çekiyorlar. Kafalarından basit bir oyun üretemiyorlar. 

Çoraptan bebek yapan o annelere, telden araba yapan o babalara ne oldu bilmiyorum. Böyle giderse o çocukların gelecekteki psikolojisini düşünmek dahi istemiyorum. Çocuğunuza gidip çuvalla oyuncak alacağınıza onunla beraber vakit geçirerek yapacağınız bir oyuncak onun dünyasında çok daha büyük bir yer edecektir.

(evde yapılabilecek basit oyuncaklar)





Kitap


13 Aralık 2012 Perşembe

17

Dünya'nın en büyük vahşetlerinden biri olarak tarihe geçti 17 yaşında bir çocuğun yaşı büyütülerek idam edilmesi... Erdal Eren'i 17 yaşında vahşice öldürdüler. Öldürdüler çünkü bu ülkede idealsiz, ütopyasız, sorgulamayan bir gençlik yetişsin istediler. Öldürdüler çünkü bu ülkede diktatör hep diktatörlük yapsın bu böyle gelsin böyle gitsin istediler.

İstediler çünkü yarın bir gün hayatına, düşlerine, hayallerine, türkülerine,  denizine, kuşlarına, güneşine, yıldızlarına sahip çıkmak istediler. Erdal Eren'i öldürdüler ama o düşlerde, hayallerde, ütopyalarda, türkülerde, denizlerde, yıldızlarda yaşıyor. 90 küsur yıl yaşayıp onursuzca, şerefsizce yaşayanlara kapak olsun bu 17 yaşındaki çocuk...

Bu çocuğu asarken hiç mi utanmadın, hiç mi elin titremedi be çakma ressam?..

8 Aralık 2012 Cumartesi

21 Aralık 2012'ye Dair


Matrix filmini izleyenler bilir: "Siz insanlar virüs gibisiniz, bir bölgeyi ele geçiriyor, o bölgede üreyip çoğalıyorsunuz" tarzında bir söz vardı. Tam olarak hatırlamıyorum o sözü ama buna yakın bir şeydi... Gerçekten de öyle değil mi? Şöyle bir bakın etrafınıza, laaaaaaak diye diktiğimiz beton yığınları arasında bir yaşam sürüyoruz. Bu beton yığınlarında bizden başka bir canlı yaşayamayacağı için kendimizden başka kimseye yaşam şansı tanımıyoruz. Sadece karada böyle olsa iyi,  bugün Mersin sahilinde konuştuğum balıkçıların neredeyse hepsi çok değil, bundan 2 yıl önce bugüne oranla ne kadar çok balık tuttuklarından dem vuruyorlardı. O kadar vahşi bir tüketim algısı içerisinde tüketiyoruz ki her şeyi...Yakında denizde balık kalmayacak, her şeyi bilinçsizce kendi hegemonyamıza göre ele geçiriyoruz.

Şöyle bir çevrenize bakın,  farklı farklı cıvıldayan o kuşlara, renk renk açan o çiçeklere, mis gibi kokan o sebzelere ne oldu? 

21 Aralıkta Maya takvimi bitiyormuş. Mayalılar haklı çıkar mı bilmem ama bir gerçek varsa o da şu: Dünya'nın sonu zaten öyle ya da böyle gelecek. Gelmese bile, balığın sularda süzülmediği, kuşların cıvıldamadığı, çiçeklerin olmadığı, sebzelerin mis gibi kokmadığı bir Dünya'da yaşamak kıyametin ta kendisi olacaktır. Takvim makvim dayanmaz bu tüketime...Benden demesi.

7 Aralık 2012 Cuma

İnci Pastanesi

İnci pastanesi kapatılmış. İstanbul'da yaşamamama rağmen benim bile adını defalarca duyduğum bir mekandı İnci pastanesi... Şimdi düşünüyorum da kaç insanın anılarını kapattılar. Kaç insanın düşlerine kilit vurdular. Bu kadar kolay olmamalı. Koca bir şehrin değeri olan, bir şekilde insanların ruhuna işlemiş mekanlar bu kadar kolay bir şekilde gözden çıkarılmamalı.

Bir şehir içerisindeki mekanlarıyla değerlidir. O mekanları değerli kılan insanlardır. Kaç sevgilinin bakışı, kaç dostun kahkahası var o kapattıkları pastanede kim bilir.

İnsanları AVM'lere kitlediniz. Hepimiz alışveriş ve tüketim manyağı olduk çıktık...Kapatın. Her yeri kapatın. Yarın çocuklarımıza gösterecek hiçbir şeyimiz kalmayacak.

5 Aralık 2012 Çarşamba

Sula Bizi İtfaiye

Hayatımda gittiğim en güzel maçlardan biri.... Livorno ile oynadığımız maç...işte  " ne ıslanmıştık be " diyerek defalarca izlediğim o video,






3 Aralık 2012 Pazartesi

Aralık da Geldi


Lordi'nin müzik anlamında çok iyi olduklarını düşünmüyorum ama klip açısından muazzam bir klip olduğu için dinliyorum bu şarkıyı, Aralık da geldi şu karda kışta geçen klipleri daha bir şevkle izleyebilirim artık :) Malum kara hasret bir coğrafyanın çocuğuyuz...


20 Kasım 2012 Salı

Gizemli Olmak


Manyak bir çağda yaşıyoruz. Klasik tv, gazete medyasından sosyal medya merkezli bir Türkiye'ye doğru yol alıyoruz. Aylar önce yazdım burada, gene yazarım: Çok değil bir 10 yıl sonra bu ülkede kimse televizyon izlemeyecek. Gazete okumayacak. Hayatımız tamamen sosyal medyadan ibaret olacak. Sosyal medya kendi yeteneklerini çıkaracak. Geleceğin büyük yazarları, yönetmenleri, gazetecileri, sanatçıları sosyal medya vasıtasıyla kitlelere ulaşacak. Bu dediğim bugünde oluyor ama gelecekte bunun daha çok olması gelenekselleşeceği anlamına geliyor.

Bu güzel mi kötü bir şey mi tartışacak değilim. Sosyal medyayı kullandığıma göre, kötü bir şey olmasa gerek. Bunun bence en olumsuz yani insanların gittikçe deşifre meraklısı bir içgüdüye sahip olması. Hem kendisinin ifşa etme, hem de karşısındakini ifşa etme merakı gibi bir merak çıktı ortaya. Buna tıp literatüründe bir hastalık adı veriliyor mu bilmiyorum ama işin oraya gittiği muhakkak. Deşifre manyağı insanlar olduk çıktık. Bayılıyoruz kendimizi anlatmaya, röportajlar vermeye, içimizi dökmeye...Gizem diye bir şey kalmıyor. Misal adamı seviyorsun, okuyorsun, takip ediyorsun ama bir bakıyorsun 89323983893289 yerde röportaj vermiş. Her şeyini anlatmış. Ebesinin amı. Anlatma amına koyayım anlatma. Biraz gizemli kal. Ne bileyim ne gerek var anlatmaya her şeyini? Seni biraz merak edelim, zihnimizi meşgul et. Yok, illa anlatacak. Sanarsın ki Suç Ve Ceza'yı yazdı. 9. Senfoniyi besteledi. Neyini anlatıyorsun, anlamıyorum ki...

Siz hiç Tarkan'ın, Teoman'ın, Şener Şen'in falan röportaj verdiğini gördünüz mü? Ne bileyim çıkıp saatlerce kendilerinden bahsettiğini falan duydunuz mu? Elbette birkaç yerde olabilir ama öyle hayatımızın ortasına da "cumburlop" oturmamışlardır. Kendilerini tamamen ifşa etmemişlerdir.

Kimsenin sizin hayatınızı merak ettiği falan yok. Zaman geçsin merak ederler ama biraz gizemli olun la...Yoksa 1-2 yıl sonra herkes sizden sıkılacak.

18 Kasım 2012 Pazar

2.Blog


Malumunuz yazardarthvenom.blogspot.com 'da daha çok güncel konular, yaptığım faaliyetler hakkında yazıyorum. Günlük tarzında karalamalar yapıyorum desem yeridir. Yeni açtığım bu blogda ise daha farklı bir tarz deneyeceğim, elbette burada da  yazmaya devam edeceğim. Ama farklı tarzda yazdığım yazıları bu adreste yazma kararı aldım.

Diğer blog için:
http://hakanaltay.blogspot.com/

14 Kasım 2012 Çarşamba

Ayşe Hatun Önal

Şimdiye kadar nasıl olur da keşfetmedim diye kendime sorduğum, şahane bir şarkıcı.. Mankenlikten şarkıcılığa geçenleri klasik küçümseme davranışımız var ya hani!...Ayşe Hatun Önal'da bu anlayışın kurbanı belki de... Keşke yine albüm yapsa, her şarkısını saatlerce dinlesek. Her şarkısındaki kaliteye bıraksak kulaklarımızı...Evet!...




8 Kasım 2012 Perşembe

Ali Rıza Demirspor


Adana Demirspor'umuz yıllardır hiç de alışık olmadığımız bir biçimde kazanıyor. Üst üste 5 maçlık galibiyeti ben daha önce hiç anımsamıyorum. Uzun yıllardan beri bu kadar güzel oynayan bir takım hafızamda yok. Kazanıyoruz kazanmasına ama taraftarımız da başarıya çok aç. Öyle ki tahammülümüz pek kalmadı başarısızlıklara. Bir şehrin umudu mavi lacivert formada birleşti. Bu öyle bir umut ki içinde koca bir şehrin asiliği, öfkesi, duruşu var. 

Son Ankaragücü maçında da maç 1-1 iken gerçekten istenmeyen bazı görüntüler oldu. Bir kardeşimiz, o an öfkesi kendisine çok gelmiş olacak ki sahaya atladı. Sinirlerine hakim olamadığı her hâlinden belliydi. Tahrik olmuştu. Bu kardeşimizin yapmış olduğu davranış onaylanabilir bir davranış değil; ama sadece biraz düşünelim. Hayatta herkes hata yapabilir. Evet, hepimiz hata yapıyoruz hayatta. Sizin hiç öfkenizi kontrol edemediğiniz anlar olmadı mı? Mutlaka olmuştur.  Ali Rıza kardeşimiz de bir hata işledi. Olmamalıydı ama oldu. Şimdi işlemiş olduğu hatanın cezasını 1 yıl maçlardan men cezası alarak fazlasıyla ödeyecek. 

Sosyal medya aracılığıyla "ALİ RIZA DEMİRSPOR"  ismiyle görüştüm bu kardeşimiz bana : "Sahaya atladığım için çok pişmanım. Adana Demirspor'a zarar gelmesini asla istemezdim. Ben Demirspor'u canımdan çok seviyorum. Herkesten çok ben üzülüyorum. Sinirime hakim olamadım" dedi. Belli ki o da yaptığı hatanın farkında.

Güzel günlere beraber yürüyeceğiz. Sinirimize, kendimize, öfkemize hakim olarak. Ali Rıza kardeşimiz yaptığı hatanın farkında, üstelik de çok pişman. Her Demirsporlu onu affetmeli diye düşünüyorum kanımca.  Bu büyüklüğü, sağduyuyu benim bildiğim Demirspor taraftarı gösterir. Bir daha da böyle şeyler yaşamayız. 

Her zaman dediğim gibi biz kardeşiz. Bu formayı giyen herkes kardeştir. Muharrem Gülergin ruhu demek bu demek. Biz birbirimize hata yaparız ama "yanlış" asla yapmayız. Sizden ricam Ali Rıza'yı affedelim.

Anlayalım birbirimizi....

Adana Kumarhane Merkezi Mi Oluyor?


Son zamanlarda Adana'nın kumarhane merkezi olacağına dair inanılmaz bir söylenti var. Bu söylentiyi yaklaşık 1.5 2 yıl önce falan duyduğumda "adı üstünde söylenti işte" demiştim kendi kendime.

Söylentiler her geçen gün daha da artıyor. Şehir çalkalanıyor. Üstelik herkesten duymaya başladım bu söylentiyi. Bu 1.5-2 yıllık süre zarfında Adana'da bazı şeyler değişmeye başladı. Şehir belki de şimdiye kadar Adana'da bulunan otel sayısını ona katladı. Ne yana baksam otel görüyorum memleketimde. Her yerde, hangi yıldızdan ararsanız bir otel görmek mümkün. Üstelik otel inşaatları da hızla artıyor. Şehrin hemen hemen her yerinde, mahalle aralarında bile otel inşaatı görmek mümkün. Bu kadar çok otelin sebebi ne merak ediyor insanlar doğrusu.

Adana bir turizm şehri değil. Aslında büyük bir potansiyeli içerisinde  bulundurmasına rağmen özellikle şehri yönetenlerin beceriksizliği, bencilliği, ihaneti, ataletinden dolayı bir turizm şehri olamadı Adana. Bu oteller neden yapılıyor? İnsan hani kuşkulanmadan edemiyor, bir yatırımcı neden turizm şehri olmayan bir şehre otel diker ki? Bir bildiği vardır ki diker o oteli. Aksi takdirde böyle bir riske neden girsin ki? Kimse sırf hobi olsun diye parasını yatırmaz bir bildiği yoksa eğer. Bu otelleri yapan insanların riske girmeleri için bir dayanak noktası, kaynakları olmalı muhakkak.

Fabrikaları korku filmini andırır gibi şehrin dört bir yanında boşaltılmış dururken, Adana kayıtlı işsiz oranının en çok olduğu il konumundayken, şehrin neredeyse Adana Demirspor dışında tüm efsaneleri yitip gitmişken, ekonomisi bunalmış, sanayisi can çekişen, tarımın o eski günlerini mumla aradığı bir coğrafyada acaba bu söylentiler bir gerçeğe mi işaret ediyor?

Adana bir kumarhane merkezi olacak mı olmayacak mı zamanla göreceğiz lakin bu oteller bu kadar çokken ve bir virüs gibi bu kadar artarken kimse bu söylentilere inanmamamızı beklemesin.

31 Ekim 2012 Çarşamba

Balıklar ve İnsanlar


Gece bir çarşaf gibi örtmüş denizin üstünü. Ne yöne baksam karanlık, koskocaman deniz dolunayın ışığı da olmasa hepten karanlık olacak. İleriden uzun uzun gemiler gidiyor, Akdeniz üzerinden Afrika'ya açılacaklar muhtemelen. Aslında gitmiyorlar duruyorlar. Ya da gidiyorlar. Her neyse işte gidiyorlar mı gitmiyorlar mı anlaşılamayacak düzeydeler. Bildiğim tek şey limanda durmuyorlar çünkü bunun için para ödemek istemiyorlar. Onlarda işin kolayını bulmuş, belli bir uzaklıkta, hukuki olarak durabilecekleri mesafedeler.

 Gelip geçen insanlara bakıyorum. İnsanları görüyorum. O insanlar ki bencil, kıskanç, yalnız, telaşlı, korkak, zeki, aptal, güçlü, güçsüz, büyük, küçük, renk renk. İnsanların yüzünde her türlü duyguyu görüyorum. Bazıları hayatın telaşı içerisinde. Dünya umurlarında değil gibi bir hâlleri var.   Bu telaş içerisinde nasıl bu tavrı takınıyorlar merak ediyorum doğrusu. Dolunay o kadar güzel ki, kafalarını kaldırıp nasıl olup da şaşkın şaşkın bakmıyorlar anlamıyorum. Sonra balıkçıları görüyorum. Balıkçılar mutlu. Ben hayatımda daha hiç mutsuz balıkçı görmedim. Sahi balık tutan insanlar neden hep mutlu? Farkında mısınız bilmiyorum ama bu böyle hep. Sıra sıra dizilmiş balıkçılar, öylece oturuyorum. Denizi izliyorum, dalga çok sert geliyor. Rüzgar da esiyor. Hava soğuk değil sıcak da değil. Ilık da değil. Hava bir tuhaf. İnsanlar kadar tuhaf hava. İnsanlar yanımdan geçip gidiyor, kimi spor yapıyor, kimi belli yorgun argın işten dönüyor, kimi sevgilisiyle muhabbet ediyor. Bazı gençler toplanmışlar yüksek sesle kahkaha atıyorlar. Ben denizi izliyorum. Deniz öyle tuhaf ki...En tuhafı da deniz bulunduğum ortamda. Öylece kendi hâlinde. 

Derken aklıma takılıyor. Bu balıkçıların bağlayıp denize attıkları yemi,  karanlıkta nasıl oluyor da bu balıklar görüyor anlamıyorum doğrusu. Suyun altı da muhtemelen karanlık olmalı hani bu ıssız ortamda. Soru beynimi ele geçiriyor resmen. Kendi kendime ihtimaller düşünüyorum. Telefona sarılıp belki  bilen olur diye bir kaç dosta mesaj atıyorum. Nasıl oluyor da suyun altında o ufacık yemi bu balıklar görüyor da kapıveriyor? Allah'ım Allah'ım.  Önümde iki tane balıkçı var hemen. Soracağım ama biraz çekiniyorum, öylece kendilerini kaptırmışlar ki balık tutmaya. İşlerinden alıkoymak istemiyorum. Yüzleri parlıyor. Onların bu mutlu suratlarından destek alarak "Pardon" diyerek soruyorum: Bu yemi bu balıklar nasıl görüyor suyun altında?

Sorduğum adam ilk başta soruyu anlamıyor. Sonra o da dudak büküyor. "Hmm bunu bir araştırmak lazım" diyor. Yanındaki balıkçıya soruyor. Adam 25 yıldır burada yaşadığını ve hemen hemen her hafta balığa çıktığını söylüyor. "Kokudur koku, balık yemin kokusunu alır" diyor en son. Bu cevap bana da yatkın geliyor ama tatmin etmiyor beni, böyle böyle sıra sıra dizilmiş balıkçılar arasında soru dolaşıp duruyor. Sonra herkes bir şey uyduruyor. Bazıları tartışmaya giriyor. Ben onları izliyorum.

Onları gördükçe insanları görüyorum.  Yalnız, yardımsever, mutlu, sevinçli, kederli, kıskanç, bencil. 

Renk renk.

27 Ekim 2012 Cumartesi

Yalnızlık Nedir?


HABER (kayıtlı kalsın burada da)
15 yıl sonra yatağında iskeleti bulundu
Fransa’da ıssız bir köydeki evde 15 yıl önce ölen bir kişinin iskeleti bulundu. Hiç akrabası olmadığı tespit edilen kişinin yatağında hayata veda ettiği ve cesedinin o günden beri aynı yerde durduğu bildirildi.
ntvmsnbc
Güncelleme: 13:36 TSİ 21 Ekim. 2012 Pazar
Fransa’nın Lille kentine yakın bir köyde 15 önce ölen bir adamın cesedi bulundu.
Fransız polisi yaptığı açıklamada henüz kimliğini tespit edemedikleri adamın yalnız yaşadığını ve hiç akrabası olmadığı için evine o günden beri kimsenin uğramadığını belirtti.
Yahoo haber sitesinde yer alan habere gore evin sahibi olduğu düşünülen kişinin iskeletinin yanında 1996 yılına ait açılmamış zarflar ve kutular bulundu.

Kaynak: http://www.ntvmsnbc.com/id/25391781/

21 Ekim 2012 Pazar

Dünya


Dünya gittikçe kötü bir yer olmaya başladı. Doğa derneğinin yaptığı açıklamaya göre, ülkemizde kuşların sayısında inanılmaz bir düşüş varmış. Kuşlar yok oluyor. Sadece ülkemizde mi? Dünya'nın tüm canlıları bir tehlike içerisinde, tarihin en çok ormanları günümüzde yanıyor. Neredeyse her yerden bir yangın haberi geliyor. Her yanımızı apartmanlar, beton yığınları sarmış durumda. Şehrin gürültüsü, trafiği yaşamın doğal bir unsuru olmaya başladı. Çevre kirliliği had safhada. Denizlerimiz kirleniyor, güzelliklerimiz sular altında kalıyor. 

Beton yığınları arasında bıraktığımız kirpiler, kuşlar şaşkın. Düşünsene kirpisin, 1000 yıldır, atalarının, dedenin, annenin, babanın geçtiği yollarda artık yürüyemiyorsun. Her yanı yol yapmışlar, apartman dikmişler. Şaşkınsın, ne oluyor anlamıyorsan, sana yaşanılacak bir yer bırakmıyor bu insanlar. Kirpisin ve nereye gideceksin? Üzerinden her an geçmesi muhtemel bir araba var, muhtemelen seni ezecek. Beton yığınlarında yaşam olmaz. Beton yığınlarında sadece insanlar yaşayabilir. Kuru kuru, ruhsuzca.

Öyle değil mi? Yollara bir bakın, üzerinden araba geçip ezmiş bir yılan, kurbağa, kirpi görmemeniz içten bile değil. Bu hayvanların belki de binlerce yıldır geçtiği, kendilerine yuva yaptıkları yeri tahrip etti, bozdu insanlar. Hiç düşünmeden doğa katliamları yaptılar. Bu hayvanların ahı var şimdi üzerimizde, ahları var hepsinin. Yuva bozanın yuvası olmaz, bu en basit bir doğa kuralıdır, bu kuralı çiğnedik, kirpilere, kuşlara ayıp ettik.

Dünya gittikçe kötü bir yer olmaya başladı. Umut var. Evet umut hep var lakin kirpilerin, kuşların ahları da var.

 Ki o ahlar ki nice felaketin sebebidir.

Böyle giderse gelecekte çocuklarımız kuşları göremeyecek .

20 Ekim 2012 Cumartesi

ADANA DEVLET TİYATROSU: YA DEVLET BAŞA YA KUZGUN LEŞE


Adana Devlet Tiyatrosu yazdığıma bakmayın. Oyun aslında Konya Devlet Tiyatrosu tarafından oynanıyor. Şu aralar karşılıklı misafirleşmekte Konya ve Adana Devlet Tiyatrosu, bundan mütevellit oyun Adana Devlet Tiyatrosunda şu aralar sahneleniyor.

Oyun 2 perdeden oluşuyor. Şu aralar tarihi film, diziler epey popüler malumunuz. Orhan Asena'nın yazmış olduğu bu eseri de tarihi yapımların popülerleştiği şu günlerde güzelce sahneleniyor.  Oyun hakkında fazlaca spoiler vermek istemiyorum lakin birçok oyuncu gerçekten şahane bir oyunculuk sergiliyor.  Oyunun müzikleri biraz daha iyi olabilirdi diye düşünüyorum. Bunun dışında, dekor, sahne tasarımı, ışık gerçekten iyi düşünülmüş. Bilhassa Ferdi Dalgılıç'ın oyunculuğuna hayran kaldım desem yeridir. Ahmet Çökmez için sakinlikle dolu rolünü de fevkaledenin fevkinde oynadı desek abartmış olmayız. Bu adamın adını not ettim. Takip edeceğim artık. Doğan Doğru rolüne çok iyi çalıştığı her halinden belliydi. Bütün oyuncular güzel emek vermişler gerçekten vesselam...

Adana'da gerçekten çekirdek bir tiyatro izleyicisi var. Üstelik sayıları hiç de azımsanmayacak düzeyde olsa gerek ki bilet bulmakta zorlanıyoruz. Bu güzel bir durum şehrimiz açısından. Biraz geç olsa da benim için bu yıl sezonu güzel bir oyunla açmak keyif vericiydi. 

Oyunu izlemeyi düşünenler için yazılmış olan tanıtım yazısı: 

  Bir taht… Tahtın büyüklüğünün altında ezilmek istemeyen bir yargıç, bir padişah, bir baba… Öbür yanda bir kaplan ve bir sırtlan… Ve onların arasında kalmış bir sultan, bir anne… Tahtın arkasında çekilen kılıçlar, hançerler ve konuşulan gizli sözcükler, gizli düşünceler… Kaplanın sırtlan gibi, sırtlanın da kaplan gibi bir karındaşının olması ve bir babanın ikinci defa aynı hatanın eşiğinde durması… Yılların yorgunluğunu taşıyan bir annenin nihayetinde evlatlarının arasında sıkışıp kalması… Tahtın gölgesinde boğulmamak için ‘Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe’ diyen ne ilk ne de son evlat onlar olacak! Ama bunu söyleyen ilk baba o olacak!  


kaynak: http://www.devtiyatro.gov.tr/programlar-sehirler-konya-detay-bolum_konu-ya-devlet-basa-ya-kuzgun-lese37.html

19 Ekim 2012 Cuma

A ve Z


Son gelişmelere bakınca hayretler içerisinde kalmamak mümkün değil. Taraftar cephesinde çok ilginç şeyler oluyor zira ve birçok tespitlik bir durum var.

Dünya'nın hiçbir yerinde hiçbir taraftar grubu homojen değildir. Demirspor tribünlerinde de bir homojenlik yok. İnsanlar herhangi bir konuda herhangi bir görüşe sahip olabilirler. Bir olay karşısında tavır alabilirler, almayabilirler. Bu herkesin kendi hür iradesine bağlı bir şeydir. Nasıl ses tonumuz, parmak izimiz, DNA yapımız, şeklimiz şemalimiz birbirimizden farklı farklıysa, düşüncelerimiz de öyledir. 

Bir armaya sevdalıyız. Koca, ulu bir çınarın yüreğimizde büyük yeri var. Hepimiz Demirspor kazandıkça mutlu, kaybettikçe üzülüyoruz. Bu ama hepimizin aynı fikre sahip olması anlamına gelmez. Eğer bir yerde, özellikle bir topluluk içerisinde herkes aynı fikre sahipse zaten orada büyük bir yanlış vardır. Farklılıklar insan olmanın doğal bir sonucudur. Sen senin için doğru olanın "A" olduğuna inanabilirsin, ben de benim için doğru olanın "Z" olduğuna inanabilirim. İkimizin de bu hakkı. Sonuçta sen kararlarına göre davranırsın ben de kararlarıma göre davranırım. Kısacası hepimiz Demirspor'luyuz. Hepimiz seviyoruz bu takımı. Mavinin tonlarıyız.  Aynı değiliz ama insan olarak. Herkesin değer yargısı, hayat tecrübesi, algı ve kapasitesi, yaşam tarzı, hayata baktığı pencere farklıdır.

Anlamadığım ve ilginç bulduğum şey ise insanların sadece kendi doğrularına inanması, hepimiz "A" olduğuna inanmalıyız, böyle saçma  bir bakış açısı var. Yoksa "satılmış" kalemlerimiz olur -bu satılmış kalem mevzusunu da çok basit buluyorum hani, çok ucuz bir saldırı yöntemi- yürüyüşlerde orada burada şurada "akıllı ol" diye saçma pankartlar olabilir. Başka seçeneğimiz yok(!) Böyle bir algı var ve ben bu algıyı Demirspor'luluk duruşuna yakıştırmıyorum. Böyle bir şey yok, ne bu ülkede, ne bu yaşadığımız Dünya'da, ne mantık sınırları içerisinde, böyle bir algı, böyle bir bakış açısının yeri yok. 

Herkes istediği şeyi, hatta en uç fikirler de dahil olmak üzere savunabilir, görüşlerini paylaşabilir, tartışabilir. Hakaret, küfür, hukuka aykırılık arzetmediği sürece bunda hiçbir sıkıntı yok. Bizler de bunu artık özümsemeyebiliriz.  Bu olgunluğu göstermeliyiz. Herkesin bizim gibi düşünmesini istersek eğer, kaybeden biz oluruz zira insanları kendinizden uzaklaştırmanızın en kısa yolu onları kendine benzetmeye çalışmanızdan geçer.

Bu yazı http://www.demirsporplatformu.com/yazarlar/a-ve-z.html 'da da yayımlanmıştır.

yazardarthvenom@gmail.com

18 Ekim 2012 Perşembe

Radyo Tiyatrosu


Radyo'nun popülerliğini yitirdiği dönemim çocuklarıyız biz. Televizyon, bilgisayar kuşatmış dört bir yanımızı... Radyo tiyatrosu diye bir gerçek var. Televizyonun olmadığı zamanda binlerce insanın dünyasına girmiş, yaşamını renklendirmiş, şimdi tarihin tozlu raflarına karışmış bir tiyatro türü. Görselliğin olmadığı, sadece sesin olduğu, efektlerle olayın insan zihninde tahayyül edildiği bir tiyatro...

Şu aralar radyo tiyatrosuna sardım epey, o kadar güzel ki...Saatlerce dinleyesim geliyor öylece...Mükemmel oyunlar, büyük sanatçılar var bu oyunlarda. Işığı kapatıp, sadece dinlemek, hayal etmek, kulaklarımı oyuna vermek geliyor içimden tamamen...

Radyo tiyatrosu dinleyin dostlar...Dinletin. Radyo tiyatrosu can'dır.

Linkler:
http://www.mbirgin.com/?c=Cevap&TopicID=714&t=radyotiyatrosutgrtfm#
https://sites.google.com/site/radyotiyatrosu/
http://www.canakkale.gov.tr/2226/radyo-tiyatrosu-bolum-1-10-hikaye
http://seslieser.blogspot.com/2008/01/sesli-eserler.html
http://radyotiyatrosudinleindir.blogcu.com/radyo-tiyatrosu-indir-tum-liste/6878585

Yanan Ormanlarda Elli Gün

Yanan Ormanlarda Elli Gün- Bu Diyar Baştanbaşa 2 Yaşar Kemal'in röportajlarının yer aldığı kitabı.

Kitap insanı diğer Yaşar Kemal kitapları gibi sarsıyor ama bu kitap gerçekten daha çok sarsıyor. Özellikle "Mağara İnsanları" bölümü çok etkileyici, şaşırtıcı. Türkiye'de 1950'li yıllarda tüm temel gıda gereksinimlerinden yoksun olarak mağarada yaşayan insanları, "doktor" kelimesini bile duymayan anadolu insanını, çıplak çocukları, Türkiye'deki gerçekleri, yanan ormanları büyük bir destansı dille yazmış Yaşar Kemal.

Gerçekten inanılmaz bir kitap. Mutlaka okunmalı seri olarak...





Kitaptan alıntı:
Dediler ki:
"Bizimkisi gene nimet. Şu karşıki kayalık dağı görüyor musun? O dağın altında doksan tane mağara vardır. Büyük büyük mağaralar. İşte o mağaralarda bir köy yaşar. Yaaa... bizimkisi nur, nimet"

17 Ekim 2012 Çarşamba

Hayal Kurmak

Yılbaşı günlerinin kendine özgü klişeleri vardır. İyi bir yıl temennisi onlardan biridir misal. Yeni bir yılda bir şeylerin değişmesi, daha güzel bir yıl yaşama arzusuyla yapılır bu klişeler. Bende bu yazımı klişelerle dolduracağım. Adet yerini bulsun diye...

 Her yılbaşı yaklaştığında, ana haber bültenlerine haber yapılması için en klişe yoldur muhabirin eline mikrofonu alıp sokaklara çıkması...O malum sorudur elbette sorulan: Yılbaşı ikramiyesi size çıksa ne yaparsınız?

Verilen cevaplara dikkat edin: "Ev alırım, araba alırım, yardım ederim  fakir insanlara..." Bunların dışına pek çıkmaz. Düşünün trilyonlarınız var ama siz ev almayı hayal ediyorsunuz, araba almayı düşlüyorsunuz ve fakir insanlara yardım etmeyi düşünüyorsunuz. Klasik anlamda herkesin hayal edebileceği şeyleri hayal ediyorsunuz yani, bu ne demek biliyor musunuz?

Biz hayal kurmayan bir toplumuz. Hayallerimiz yok. Olsa bile hayallerimiz bile birbirine benziyor, ev almayı düşlüyoruz, araba almayı istiyoruz ve hani madem o kadar param var, gidip yardım edeyim fakir insanlara diyerek de vicdanlarımızı rahatlatıyoruz. O büyük ikramiye bize çıkmıyor elbette, tekrar o hayalsiz dünyamıza devam ediyoruz.

Hayal kurmayan insanlar ölmüştür. Düşünsene! Bir hayalin yok. Hayatta yapmayı istediğin, seni kamçılayan bir motivasyon aracın yok. En büyük eğlencen TV'de saçma sapan insanları izlemek, dedikodu yapmak,  koşuşturmaca içerisinde bir yaşam sürmek...

Şu an insanlığın kullandığı her türlü teknoloji, eser, araç gereç bir zamanlar hayaldi. 2012 yılında Felix denilen bir adam çıkıyor uzaydan Dünya'ya atlıyor. Uzay la uzay. İnsanlık sınırlarını zorluyor, bunu büyük bir riski göze alarak başarıyor üstelik. Milyonlarca insana belki de mesaj veriyor: "Sizin hayalleriniz bile benim yapacaklarımın yanından geçemez" diyor. Hayalsizliğe gömülmüş insanlığın beynine balyoz gibi inerek ilham veriyor.

İşin garip tarafı bu kadar gelişmelere rağmen binlerce yıl önce "Mısır Piramitleri" "İskenderiye Feneri" gibi insanlığa büyük eserler vermiş insanların hayallerinden ve yaşama tutkularından çok uzağız. En büyük paradoksumuz da bu... 

Bizler hayallerimizden uzaklaştıkça, hayallerimiz sıradanlaştıkça aslında yaşamdan ve hayatın güzelliklerinden de uzaklaşıyoruz.

Yavaş yavaş ölüyoruz sonra vesselam.

Hayallerimizi öldürmeyelim. Düşlerimizi çalmalarına izin vermeyelim. Onları yitirirsek her şeyimizi yitirmiş oluruz zira.  Buna izin vermeyelim.

 Düşlerimiz zenginleşsin...2013 yılında bir şeyler değişsin artık...Mutlu yıllar!

15 Ekim 2012 Pazartesi

İçinden Tren Geçen Filmler 1: The Station Agent




İçinden tren geçen filmler yazı dizime başlıyorum. Böyle bir yazı dizisi oluşturmayı aslında epeydir düşünüyordum, Thomas Mccarthy'nin yönetmenliğini yaptığı The Station Agent filmini izleyince başlamak için de şevk aldım diyebilirim.

Filmin başrol oyuncusu, Game Of Thrones  dizisinin mükemmel aktörü Peter Dinklage şahane bir oyunculuk  sergiliyor. Peter'ın yıldızı aslında bu filmle başlıyor. Zira şu sıralar Game Of Thrones'de  bu parlayan yıldızıyla hayatının en iyi oyunculuğunu sergilemeye devam ediyor.

The Station Agent klasik bir kasaba filmi. Amerika bağımsız sinemasının sevdiği kasabalardan hani. Yalnız erkekler, sırf yalnızlığını paylaşmak için bu erkeklere ümit veren yalnız kadınlar, dostluklar ve trenler...  





Kısa bir sürede insanı alıp öylece saf bir şekilde o atmosferin içine sokuyor film. Farklı farklı insanların aslında beraber nasıl mutlu olabileceğini gösteriyor. Öyle ki yaşam tarzı tamamen farklı 3 insan, belki de yalnızlığın kendilerine vermiş olduğu yetkiye dayanarak, hani o pek bir klişe söz olan "yalnızlık paylaşılmaz" sözüne nazire yaparcasına aslında yalnızlığın paylaşabileceğini anlatıyor. Bunu o kadar saf, kendine özgü samimi bir dille anlatıyor ki filmin içinden geçen trenler de bu hikayeye adeta ortak oluyor. 


Eğer sizde benim gibi öyle patırtılı kütürtülü filmleri değil de böyle sessiz sakin, sade, içinden trenlerin geçtiği filmleri seviyorsanız The Station Agent'i izleyin derim. 

13 Ekim 2012 Cumartesi

ŞİMDİ "BİZ" OLMA ZAMANI



Geçen hafta Adanaspor  A.Ş karşılaşması sonrasında takımın kendine gelececeğini, ivme kazanacağını düşünüyordum. Karşıyaka karşılaşmasında gördük ki gerçekten de takılma düzelmeler var.  Adanaspor A.Ş galibiyetinin tesadüf olduğunu söyleyenlere de Karşıya karşısında alınan 1-4’lük galibiyet ile güzel bir cevap verildiğini düşünüyorum.
Futbolcuların birbirleriyle gün geçtikçe daha bir uyum içerisinde oynadıklarını, üzerlerindeki stresi attıklarını, kollektif oyun bilinciyle hareket edip “takım ruhu” kazanmaya başladıklarını görüyoruz.

Mevcut kadromuz şu an bulunduğumuz lig içerisinde gerçekten iyi bir kadro. Biz kendi içimizde “biz” olmayı başarabilirsek eğer bu yılın sonunda Demirspor’umuzun Süper Lig’e çıkmaması için hiçbir sebep yok.

Erçağ, geçen seneden bu yana kendini çok geliştirdi. Kendisini sürekli yeniliyor, bir futbolcu da olması gereken her özelliğe sahip bir oyuncu olmaya başladı. Özellikle ortaları, o kadar keskin ortalar açıyor ki bugün bırakın PTT 1.ligi Süper Lig’de bile bu kadar kaliteli bir futbolcu bulmak mümkün değil.  Juninho tekniği ile ağzımızı açık bırakıyor. Çok iyi mücadele ediyor, her hafta kalitesini ortaya koyuyor. Şener  bizim efsanemiz, nice efsaneleri yazmaya hazır olduğunu her daim gösteriyor. Lawal orta sahamıza enerji verdi, takımımızın toparlanmasını sağladı. Gökhan Kaba golleri sıralamaya devam ediyor.  Daha futbolcularımızı böyle teker teker saymak mümkün...

Velhasıl-ı kelam futbolcularımız çok iyi. Biz, bu şehri kenetlemeye başlamalıyız artık yavaş yavaş. Biz olduğumuzu, etle tırnak gibi olduğumuzu, herkese göstermemiz gerek.

Eğer biz biz olabilirsek bizi kimse tutamaz. Zira biz demek Muharrem Gülergin ruhu demek, Bekir Çınar’ın onurlu duruşu demek, biz demek...

Adana... Şimdi biz olma zamanı, kenetlenme zamanı.  Biz olduğumuzu hatırlama zamanı. Sonra bu takım şampiyon da olur, istediğimiz her şeyi yapar.
Yeter ki inanalım, zira Emre Hasan Balcı’nın dediği gibi biz inanırsak, kimse bizim kadar inanamaz.
Biz olalım...

Not: Bu yazı aynı zamanda http://www.demirsporplatformu.com/yazarlar/simdi-biz-olma-zamani.html  adresinde de yayımlanmıştır.

8 Ekim 2012 Pazartesi

ADANA DEMİRSPOR-ADANASPOR ANONİM ŞİRKETİ MAÇI


Dün Adana "mavi" bir sabaha uyandı. Her şey maviydi dün Adana'da, yollar, sokaklar, kaldırımlar, uçan kuşlar, çocuklar, genç kızlar, koca koca adamlar. Her şey maviye kesilmişti. Bir mavi sabaha uyandık, biz de maviydik, her şey maviydi. Bir de lacivertti, maviye yakışan, yanına soylu bir şekilde duran. Mavi ve lacivert.

Sabah bu mavi düş her yere yayılmıştı. Kolay değil bir Adana derbisi vardı, bir yanda taraftarı ile milyonların sevgilisi olmuş mavi, masmavi Demirspor'umuz, diğer yanda Adanaspor Anonim Şirketi. 

Sabah erkenden yola koyulduk, stad etrafı maça henüz 10 saat varken tıklım tıklımdı. İnsanlar besbelli acaba bilet bulur muyum kaygısıyla uyanmıştı, kime baksam bir telaş bir kaygı... Bu güzel çocuklar, bu mavi masmavi düşlerden uyanan bu çocuklar, hepsi buldular biletlerini, erkenden geldiler stada, kuyruk oldular, tabii bulacaklar. Bulacaklar ya, zaman geçtikçe stad etrafı da ana baba günü oldu. Stad etrafına konuşlanmış, dürümcüler, ayrancılar, şalgamcılar bayram etti. Yüzleri güldü. Şehrin asi çocukları şarkılar söylemeye başladı, tezahüratlar her tarafta bir mavi, bir cümbüş, bir bayram havası.

Maça 2 saat kala stada girdik. Öyle stada girdik diye geçiştirmeme bakmayın, bir sıra vardı ki sormayın gitsin. Nah buradan taa nerelere yol olur. Öyle bir sıra ki bu, sorma gitsin. Uzun, upuzun, dallanan budaklanan, kaynak yapılan, U şeklini alan, bir türlü bitmeyen bir sıra. Bizde bekledik, uzun uzun ayakta bekledik ve stada girdik.

Dışarıdaki kalabalık stada akmaya başladı. Yavaş yavaş doldu stad. Bir insan seli akmaya başladı içeri doğru, insanlar girdikçe stada bir mutlu bir mutlu... Koca stad doldu taştı, maviye büründü, şarkılar, türküler, tezahüratlar ile maça yavaş yavaş hazırlamaya başladık kendimizi.




Demirspor'umuz, sağolsun o güzel futbolcular, sağolsun o hünerli ayaklar bizi utandırmadı. Maça müthiş başladık, üst üste bulduğumuz goller, hele o Erçağ'ın golü, şimdi kaç çocuğun rüyasını süsledi o gol Allah bilir, o nasıl bir goldü öyle, adeta bir füze, bir teknik, zeka ürünüydü. Müthiş, tek kelimeyle müthiş bir goldü. Yıllar geçer, o golü gören, hele hele o golü canlı canlı gören kimse unutamaz o golü, öyle bir goldü.  Rakibin eminim kabusu olmuştur o gol. Allah'ım Allah'ım evlerden ıraklardan uzak. O nasıl bir goldü öyle? Mavi masmavi goldü. Gol bile maviydi. İlk yarı 4-0 üstünlüğümüz ile bitti, ezici, insanı mutlu eden bir skordu ve şehrin asi çocukları bir dakika bile susmuyordu.

İkinci yarı Adanaspor Anonim Şirketi 2 gol buldu. Buldu ya, bulsun ne olacak. Maç bizimdi zaten, rahattık, mis gibi keyfini çıkarıyorduk bu güzel sonucun, şarkılarımız, türkülerimiz, o destansı duruşumuz hiç bitmiyordu. Bitmeyecekti de...

Maç bitince sokaklara doldu mavi çocuklar. Gazipaşa'da belki de hayatta ilk defa birbirini görmüş olan insanlar halay çekti, kornalara basıldı, konvoylar yapıldı, şehir hâlâ maviydi, gündüz nasıl maviyse gece de maviydi bu şehir.

Eve giderken neredeyse gün boyunca ayakta durmanın bir yorgunluğu olsa da üzerimizde mavi bir düşün içerisinde lacivert bir gölgede doyasıya eğlenip, "Adana Demirspor'ludur" söylememizin ne kadar haklı olduğunu tüm ülkeye göstermenin ve Adanaspor A.Ş'yi yenmenin güzelliği vardı üzerimizde...

Şehrin asi çocukları o tatlı yorgunlukla mavi bir düşe uyudular.

Sabah gene şehir mavi bir şehir olacaktı...

Mavi...

Masmavi...

Not: Bu yazı aynı zamanda http://www.demirsporplatformu.com/yazarlar/adanaspor-anonim-sirketi-maci.html  adresinde de yayımlanmıştır.


5 Ekim 2012 Cuma

İşaret Dili ve Mesut Yazıcı

Türkiye'de 3 milyondan fazla işitme engelli var. İşaret dilini bilen, bunun eğitimini almış biri olarak işaret dilinin yaygınlaşması için gerek blogumda gerek sosyal medya'nın her platformunda bundan sonra işaret dilini yaygınlaştırmak için elimden geleni yapacağım. Bu ülkede sadece biz yaşamıyoruz, herkes işaret dilini öğrenmeli, en azından bir işitme engelli ile işaret dilinde sohbet edebilecek kadar bilgi sahibi olmalı diye düşünüyorum. Bu güzelliği yapabilirsek ne mutlu bize, bunun için büyük çalışmalara imza atmış olan, gerçekten de işaret dili deyince bu işin duayenlerinden biri olan Mesut Yazıcı'nın videolarını koyuyorum buraya, izleyin, izletirim derim.


                                       

Daha fazlası için: http://www.youtube.com/user/berdger?feature=watch

3 Ekim 2012 Çarşamba

AKÇAKALE'DE NELER OLUYOR?


Şanlıurfa'nın Akçakale ilçesinde bir eve bomba düştüğünün haberini alır almaz, o bölgede öğretmenlik yapan bir tanıdığımı aradım. 

Tanıdığım, bir süredir o bölgede, sınıf öğretmenliği/ asker öğretmenlik yapıyor. Bu saldırı olmadan önce de sık sık konuşurduk. Akçakale Arap nüfusun yoğun olarak yaşadığı bir bölge. Suriye'den insanlarla akrabalıkları var bu bölge insanının. 

Tanıdığım, okula çocukların gelmediğini, pamuk tarlalarında çalıştığı için çocukları toplamaya çalıştığını, bölgenin mütemadiyen bir hareketlilik içerisinde olduğunu söylüyordu bana son zamanlarda. Ve bu Suriye olaylarına dair bana anlattıkları, ibret vericiydi.

Sınırdan geçişler serbest olduğu için ilçeye Suriye'den birçok insan geldiğini, bu insanların temel gıda gereksinimlerini karşılamak üzere, özellikle ekmek ihtiyacının çok yoğun olduğunu söylüyordu tanıdığım. Bazen Suriye'den gelen araçlar Akçakale'deki tüm bakkallardaki ekmekleri toplayarak Suriye'ye götürüyormuş. Gerçekten çok ciddi boyutlarda insanlık dramı yaşanıyor, o insanlar çaresizler ve yapabilecekleri hiçbir şey yok. Adeta hayatta kalma mücadelesi veriliyor Suriye'de desek abartmış olmayız. Basından okuduklarımız olayın sadece bir boyutu, o yöre insanı bu dramı daha net bir şekilde gözlemliyor. Anlattıkları neresinden bakarsanız bakın insanın tüylerini diken diken edecek cinsten. Düşünün, bir ekmeği bulamıyor insanlar, ellerinden gelen tek şey akrabalarının yaşadığı Akçakale'ye gidip bir yardım beklemek. Yaşamda kalmak için yapabilecekleri başka hiçbir şeyleri yok.

Ve bugün gelen saldırı sonucu malesef 5 kişi hayatını kaybetmiş durumda (oradaki yakınımın bana verdiği bilgi bu). Henüz net olarak neler olduğunu bilmiyoruz sadece bildiklerimiz,

Esad bir insanlık vahşetine imza atıyor.  Gözünü tamamen kan bürümüş durumda bu canavarın. İnsanların belki de son umudu olan Akçakale'ye yapılan bu saldırı belki de bir umudu kırmaya yönelik.

Ne olursa olsun, Esad gibi canavarların kaybedeceği muhakkak. Tarih hiçbir zaman bir zalimi haklı çıkarmaz. Esad oluşturduğu kan gölü içerisinde, boğulup gidecek. Bunun başka bir açıklaması yok. Bir ekmeğe muhtaç ettiği insanların vebali bu eli kanlı zalimi tarihin derinliklerine gömecektir.

Bu anlattıklarımı göz önünde bulunduracak olursak, bugün bir şerefsiz tarafından yollanan  ve eve düşen o bombanın anlamını daha iyi anlayabiliriz diye düşünüyorum.

2 Ekim 2012 Salı

ALEX DE SOUZA

Türkiye'ye gelmiş geçmiş en iyi futbolcularından biri olan Alex De Souza artık Fenerbahçe'li değil.

Aslında Türkiye'deki futbol nankörlüklerine alışığız. Bu ülkede nice futbolcular gördük böyle, yıllarca emek verdiği, terininin son damlasına kadar formasını ıslattığı takımın kapısına konulduğuna çok şahit olduk.

Alex bir efsaneydi.

Yediden yetmişe tüm taraftarların, tuttuğu takım farketmez hemen hemen herkesin sempatisini kazanmış, adamlığıyla milletin saygı duyduğu bir futbolcuydu.

 Efsaneler kolay yetişmez.

Alex sadece Fenerbahçe'nin değil Türk futbolunun bir efsanesiydi.

Alex'i gönderen zihniyet, vefa nedir bilmeyen, emek nedir anlamayan zihniyettir. Bugün büyük bir kulüp olmanın en büyük göstergesi futbolcularına verdiğin değerle ölçülür.

Büyük kulüpler yıllarca evvel kendisinde olan futbolcularına bile sahip çıkar, onların hataları olursa kulüp olarak kapatır o hataları, bilir ki o futbolcular da insandır. Hataları olabilir ama yanlış yapmazlar. Büyük bir kulüp olmak demek bu demektir...

Vefadır zira futbol.  Örnek olmaktır. İdol olmaktır. Mütevaziliktir, fotoğrafta olduğu gibi:



Kulüp olarak birçok başarılarınız olabilir. Rakiplerinizin gıpta edeceği bir takımınız da olabilir. Ama siz efsanelerinize, daha henüz takımınızdayken efsane olmuş futbolcularınıza bunu yaparsanız, asla büyük bir kulüp olamazsınız.

Tüm o kupalar, o başarılar, o şaşaalı şeyler gelip geçicidir zira.

Kalıcı olan efsanelerinizdir.




25 Eylül 2012 Salı

Neşet Ertaş Ölmez


Diyorlar ki: Neşet Ertaş öldü.

Diyorum ki: Neşet Ertaş ölmez.

Bu toprakların son efsanelerinden biri olan Neşet Ertaş için öldü diyorlar. Şimdi o bağlamalar öksüz kaldı, o sesler, o sözler, o söyleyişler, o türküler öksüz kaldı. Koca bir aşıklar ordusu, Abdallar, aşıklar, turnalar, dağlar, çiçekler, böcekler, kelebekler, kirpiler, arılar, kartallar kadim Anadolu’ya ait olan ne varsa şimdi öksüz kaldı. Bu coğrafya bir sesini kaybetti. Bu coğrafya büyük bir efsanesini yitirdi.

Tekmil bağlamalar her şeye küsecek şimdi. Onlar bugün küskün olacak herkese. Kolay mı? Her şeylerini,  Neşet Ertaş’larını kaybettiler çünkü.
Diyorum ki: Neşet Ertaş ölmez.

O sözler, o bağlamadan çıkan sesler ölmez. Neşet Ertaş ölmez.  Herkes ölür, sen ölürsün, ben ölürüm, biz ölürüz, Neşet Ertaş ölmez.

Bir türkü ustası, binlerce yıllık sözlerin büyük seslendiricisi, o bağlamalara can veren bu efsane ölmez.

Herkes ölür. Sen ölürsün, ben ölürüm, biz ölürüz.

Neşet Ertaş ölmez.

21 Eylül 2012 Cuma

E.'ye

Güvercinleri çocuklarından çok sevdiğini söyleyen insanlar gördüm, binlerce kitap okumuş, kitap okuma manyağı insanlar gördüm, bir futbol takımına ömrünü vermiş, tuttuğu takımın deplasman maçına gidebilmek için binlerce kilometre yol kat eden insanlar gördüm, günde 20-30 paket gofret yiyecek kadar gofret seven insanlar gördüm, hayatını bir şarkıcıya adamış, tüm yaşamını o şarkıcı üzerine kurmuş insanlar gördüm, günde bazen 15 saat okey oynayacak kadar oyun manyağı olan insanlar gördüm.

Listeyi uzatmak mümkün. Uzun lafın kısası hepimiz bazen çok sıkıcı olan yaşadığımız bu hayatı katlanabilir kılmak için bir şeylere fazlasıyla, tutkuyla sarılmış durumdayız.

Bunu sanırım bir biz anlarız. Bir biz biliriz. Başkası anlamaz, bilmez. Kimimiz bir güvercine, kimimiz kitaplara, kimimiz bir futbol takımına, kimimiz bir gofrete, kimimiz bir pop şarkıcısına, kimimiz bir oyuna aşık. Belki uzaktan çok saçma  hatta komik gelebilir bu ama böyle.

Ben de sana aşığım.

Devrim Arabaları, Bir Zamanlar Anadolu'da ve Türkiye

Bu yazı Ömür Özdemir'e ithaf edilmiştir.

Devrim Arabaları filmini izleyeli yıllar oldu. Zaman geçtikçe bu filmi daha iyi anladığımı düşünüyorum. Yaşadığım olaylar, çevremde gözlemlediğim insanların yaşamış oldukları benim bu filmi daha iyi anlamamı sağlıyor.

Filmi izlemeyenlerin yazımı anlamaları için biraz özet geçeyim: Bir grup girişimci mühendis daha önce yapılamayan bir şeyi yapmak için yola çıkarlar. Yapmayı istedikleri şey bir arabadır. Hedeflerini gerçekleştirmek için canla başla çalışır, birçok engelle karşılaşırlar. Bu engeller bir süre sonra yapılmak istenilen çalışmayı etkiler. Araba yapılır ama çalışmaz.

Filmi ilk izlediğimde de bilinç altımdan anlamıştım aslında o araba neden çalışmadı. Bugün şöyle bir bakınca güzel ülkeme, bu ülkenin insanlarına, zamanında kendime çok defa sormuş olduğum o araba neden çalışmadı sorusunun cevabını daha iyi anlayabiliyorum.

İstemezler araba yapmanızı. Güzel şeyler yapmanızı asla istemezler. Neden istesinler ki, kıskanç insanlar çoktur bu coğrafya'da, sizi çekemeyen insanlar çok fazladır, sizin güzel şeyler yapmaya çalışmanız onları dürtüler adeta. Engeller çıkarırlar karşınıza, size kötü laf ederler, yaptığınız işi küçümserler.

Şimdi daha iyi anlıyorum neden yapılamadı o araba aslında. Neden çalışmadı, yapabilecek potansiyelleri olduğu hâlde mühendisler neden istedikleri şeyi gerçekleştiremedi.

Bu yazı salt bizim ülkemizde yetenekler var ama... tarzında bir yazı değil. Böyle bir amacım da yok zaten. Gerçekten merak ediyorum, bir Almanya'da, İtalya'da, İspanya'da, Finlandiya'da, Estonya'da, ABD'de de böyle mi? Orada da insanlar böyle mi, yoksa bu duygu çiğköftemiz, fındıklı baklavamız, kol böreğimiz, Erzincan tulum peynirimiz gibi bize özgü bir şey mi?

Çok yakın akraba olan insanlar bile birbirini çekemiyor, kendisinden daha başarılı olmasını istemiyor, kıskanıyor. Bunu gördüğüm zaman şaşırıyorum. 

Bazen ben bile kendimden çok daha yeteneksiz olduğunu gözlemlediğim insanların hedeflediğim şeyleri gerçekleştiğinde onları biraz kıskandığımı düşünüyorum. Dürüst olmak gerekirse buna bazen engel olamıyorum. Hissettiğim duygunun ne kadar saçma olduğunun da farkındayım üstelik lakin bu duygu içimde bir yerlerde, hani bazen hasır altı edilen çöpler gibi duruyor.

Bu ülkede gerçekten güzel işler yapan insanlar var. Hani sorulur ya en basitinden "bir Twitter, facebook neden Türkiye'den çıkmıyor?" O araba neden çalışmadıysa bu markalar da bu yüzden de çıkmıyor işte bizden. Sorulan soruları, örnekleri çoğaltmamız pekala mümkün. Elbette bu büyük markaların çıkması büyük bir güç olan pazarlama teknikleri, dünya'ya egemen olan şirketlerin destekleri vs. bunun gibi birçok faktör vardır muhakkak. Lakin yetenek bakımından dünya'yı sallayacak olan donanım bu ülkenin insanlarında yok mu çok merak ediyorum. Gerek fikirsel açıdan, gerekse teknik anlamda farkına varılmamış binlerce yetenek vardır. Belki de bundandır, hani bize özgü olan, tam anlamıyla açıklayamadığım o gizemli  duygu bizi alıkoyuyordur, kolay çünkü engel olmak. Kötü laflar hazırlamak, küçük görmek. Eleştirmek, basitleştirmeye çalışmak. Zor olan ise desteklemek sanırım, bizden olanı desteklemek...

Belki de her şeyi Dünya'nın belki de görmüş geçmiş en iyi yönetmeni olan Nuri Bilge Ceylan'ın çektiği yeryüzünde çekilmiş en güzel film olan -abartmıyorum- Bir Zamanlar Anadolu'da filmindeki şu sahne özetliyor, lafı fazla uzatmaya gerek yok kanımca:





Almanya'da, İtalya'da, İspanya'da, Finlandiya'da, Estonya'da, ABD'de de böyle mi düşer elmalar?

16 Eylül 2012 Pazar

Emre Hasan Balcı

Bir futbolcu düşünün, oynadığı takımda formayı tüm gücüyle savaşarak oynasın. Bir futbolcu düşünün, terinin son damlasına kadar sahada adım atmadık yer bırakmasın. Bir futbolcu düşünün, her an skora etki ederek takımının en zor maçlarında gol atsın. Bir futbolcu düşünün ki attığı gol ile çocukların rüyasını süslesin. Bir futbolcu düşünün küçüğünden büyüğüne bütün taraftarların adeta sevgilisi olsun, sempatisini kazansın. 

Lafı uzatmaya gerek yok, bahsettiğim futbolcu: Emre Hasan Balcı. 

Hani bazı futbolcular vardır, yıllar geçer, ama o futbolcular hep hatırlanır. "Ya şöyle bir futbolcu var" denir, bir şekilde bahsi geçer, Emre Hasan Balcı da öyle bir futbolcu. Yıllar henüz geçmedi lakin yıllar sonra bu güzel futbolcunun bahsi çok fazla yerde geçecek. O nerede oynarsa oynasın, hangi lig de oynarsa oynasın oyun anlaşıyla, oyunun kaderini değiştirme gücüyle, sempatisiyle hep gönlümüzde olacak.

"Herkes bizden iyi oynayabilir ama kimse bizim kadar inanamaz" sözü anonim bir türkü misali her yere yayılacak. Bu olacak. Efsane olmak budur, bu adam Demirspor'un efsanesi olacak. Kim ne derse desin, olacak! 

Emre Hasan Balcı sen bu takımın temelisin. Sözlerinle, sempatinle bu takıma çok fazla şey kattın. Zamanla çok daha fazlasını katacaksın. Bunu yapabilecek potansiyelin fazlası var sende...

Yeter ki inanalım usta! Kimse bizim kadar inanamaz, inanalım yeter ki! 

Güzel günler göreceğiz! Güneşli günler...



15 Eylül 2012 Cumartesi

Trajikomik

Oturduğum semtte neredeyse her köşeye: "Sayın belediye başkanımıza mahallemize yapmış olduğu üstün hizmetlerden ötürü teşekkür ederiz- Mahalle Halkı" şeklinde pankartlar asılmış durumda. Doğduğumdan beri ailecek aynı semtte oturan biri olarak açıkçası çok merak ediyorum, sayın başkanımız, nasıl üstün hizmetler yapmış. Üstelik bu mahalle halkı da kim? Hani düşünmeden edemiyor insan sonuçta, kaldı ki bulunduğum mahallede hizmet adına bir şeyler bulmak, o pek bir güzel (!) mahallemizin hizmete ulaştığını iddia etmek bir aslanla ceylanın kanka olduğunu iddia etmek gibi bir şey zira. 

Kış aylarında evleri nasıl su bastığını yazmak isterim misal oraya, bitmeyen yolları. Mütemadiyen meydana gelen elektrik kesintilerini, her yanı kaplayan çöp yığınlarını...Mamafih Türkiye'nin neresinde görülmüş bir başka pankart yolu ile mahalle halkının teşekkür ettiği merak ediyorum, ne yaptı mahalle halkı : "Haydi mahalle halkı toplanalım, ooo süper, şahane işler yapıyor bu adam, aramızda para toplayıp pankartla teşekkür edelim" falan mı dedi? Ne dedi. 

İşte bizim hizmetten anladığımız şey bu, her şeyden önce insandan anladığımız bu. 

İnsanların yönetmekle sorumlu olduğu topluma bakış açısı, hepsi bu.

 Burada goygoyculuk yapıp siyasi mesajlar falan verme gibi bir derdim yok. Kaldı ki oldu diyelim böyle bir derdim,  isim de vermiyorum hani, sayın belediye başkanımız, canımız ciğerimiz, şampiyon boksörümüz etkilenmesin, sonuçta ben mahalle halkından olan bir insanım. Burada kendisi hakkında teşekkür sınırlarını aşacak şeyler yazmam kendisini üzebilir. Kaldı ki mahalle ne der bana? Hoş karşılanmayacağı pankartların güzelliğine bakılarak anlaşılabilir muhakkak.

Neresinden bakarsanız bakın mizah adına bolca malzeme olan bir ülkede yaşıyoruz vesselam. Her yer bir malzeme aslında görebilen gözler için; belki de  farkında olmadan acınacak halimizi birilerinin anlatarak mizahlaştırılmasını istiyoruz.  

Öylece yazdım işte bu yazıyı da. Neden yazdım bilmiyorum. Yine de mahalle halkından biri olarak, naçizane bir yurttaş olarak buna hakkım var.

Teşekkür etmiyorum.

Tiksiniyorum...

14 Eylül 2012 Cuma

Nam-ı Diğer CeriLevis: Ömür Özdemir



 Geçmişte nasıl radyo, televizyon kendi yeteneklerini çıkarmışsa, bugün adına sosyal medya denilen mecra da kendi yeteneklerini çıkarmaya başladı. İnsanlar geçmişe oranla kendilerini ifade etme güçlüğü çekmiyorlar artık günümüzde. Bu yüzden adına sosyal medya denilen platform için günümüzün gerçeği olan "demokratik" bir platform desek yanlış olmaz.





   Twitter'da mısın? Buyur yaz, dinliyoruz seni, ne diyorsun? Üstelik burada yazdıklarını dilediğin kişiye ulaştıramama gibi bir derdin de yok. Bugün bir pop şarkıcısına, Bakan'a hatta Cumhurbaşkanı'na bile ulaşmak sadece iki üç tıkınızı alıyor. Böyle bir çağdayız artık ve hani yazının başında da belirttiğim gibi bunun günümüzün gerçeği olduğunu görmemek abes olur.


  Kendisini sosyal medya'da çok güzel ifade ettiğine inandığım birinden bahsedeceğim size. Kendi tarzını oluşturmayı başarabilmiş, yazdıklarıyla binlerce insanın takip ettiği, neredeyse her yazdığı internette dolaşan, kopya edilen bir isim: Cerilevis mahlasıyla tanıdığımız Ömür Özdemir.


  Mizah ciddi iştir şakaya gelmez denir ya hani. Ömür Özdemir'de aynı bu sözde olduğu gibi yaptığı mizahla cıvık, yapay  bir mizah yapmıyor. Dili çok iyi kullanıyor, bazen ben de düşünmüştüm bunu dediğimiz ama ifade edemediğimiz şeyleri çok güzel ifade ediyor.


  Ömür Özdemir'in  bu kadar çok sevilmesinin bir diğer sebebi de bu adamın kendi olması. Eğer bunu yapmasaydı, samimiyetini gösteremeseydi zaten başarılı olamazdı kanımca. Zira Ömür Özdemir yazdıklarıyla, yaptığı mizahla kendi olabilmeyi başarıyor. Birini taklit etmiyor ya da espri mantığını/matematiğini tutmuş bir argüman üzerinden yürütmüyor. O kendi bildiğini yapıyor, kendi mantığını/matematiğini kullanıyor ve bu yüzden insanlar tarafından severek takip ediliyor. Özellikle güncel olaylar karşısındaki bakış açısıyla, yaklaşımıyla, yazdıklarıyla yüzünüzde mütemadiyen bir gülümse oluşturarak okutuyor size.


 Ömür Özdemir'i şimdi çok yakında televizyonda "Harem" dizisiyle de ekranlarda izleyeceğiz. Zaten kendisinden okuduğumuza göre sahne tozu yutmuş biriymiş. Oyunculukla uğraşıyormuş. Bilhassa o içindeki "mizah canavarı" doğaçlama yapabilme şansı da bulursa, bu diziyi sesli gülerek izleyeceğimizi düşünüyorum. Harem dizisinde Levent Üzümcü'yü de izleyeceğimizi belirtmek isterim. Dizinin kadrosu oluştururken özellikle yüzü eskimemiş birçok ismin olması da ayrıca bir ivme katacaktır diziye. Son zamanlarda Leyla ile Mecnun'u dizisini izlemek dışında  tv'yi açmayan ben sırf bu diziyi izlemek yayınlandığı her gün tv karşısına geçeceğim.



  Tv ve gazetenin mihenk taşı olduğu medyadan gittikçe sosyal medya'nın önem kazandığı günümüzde kim ne derse desin Ömür Özdemir sosyal medya'da yüzlerce gencin önünü açmış/açacak olan biridir. Yapacaklarıyla  da kendisini takip eden binlerce insana ilham verecektir. Onun başarıları, yaptıkları ve yapacakları insanlara "yeteneğini kullanabilirsen, kendini ifade edebilirsen doğru bir şekilde emeklerinin karşısını da alırsın" mesajını güçlü bir şekilde verecektir. Salt bu açıdan değil; bir neslin çok sevdiği bir isim olmuş, yazdıkları -kendisi her ne kadar biraz hoşlanmasa da bu tabirden- "internet geyikleri" olmuş, paylaşım rekorları kırmış birinin yapacaklarının aslında kendisi için basit ama bir nesil için dev bir adım ve ilham kaynağı olacağını belirtmek isterim.


 Velhasıl-ı kelam bu ülkede güzel işler yapan insanların olduğunu güzel bir şekilde görmek için Harem'i izleyin. İzletin. Fragman için;







Not: Bu yazı http://www.uludagsozluk.com/e/16878289/ 'da yayımlanmıştır ayrıca.








7 Eylül 2012 Cuma

Günümüzde Futbol

Futbol bugün Dünya'da en çok takip edilen spor. Futbolu bu kadar çok takip edilir kılan ne peki; diğer spor dallarından olan bir sırıkla atlama,  okçuluk, yelkencilik neden futbol kadar ilgi görmüyor?

Aslında bu tarz soruları çoğaltabiliriz. Buna verilebilecek en iyi cevap kanımca futbolun aslında hayatımıza çok fazla benziyor olmasıdır. Öyle ki futbolda hayatta olduğu gibi başınıza ne geleceği asla belli değildir, gol de atabilirsiniz gol de yiyebilirsiniz, kırmızı kart görüp oyundan atılabilirsiniz (ölüm).

  Futbol doksan dakika bir oyundur, istisnaları olmakla birlikte belirli bir zaman diliminde oyun oynanır ve biter. Hayatta öyledir. Günümüzde ortalama insanların yaşam süresi belli, oynuyoruz ve bir şekilde bu oyun bitecek bunu da biliyoruz. Yeri geliyor sakatlanıyoruz, düşüyoruz, kalkıyoruz.

Hayatta şans faktörü çok önemlidir. Tesadüfler hayatımıza kabul etsek de etmesek de yön verir. Futbol içinde şans faktörünü yadsıyamayız.  Yaşam içerisinde her daim "iyi" olanlar kazanmadığı gibi futbolda da her daim "iyi" olanlar kazanmaz. İyi olmak kazanmak için yeterli değildir ikisinde de... Bazen kötü olmana rağmen kazanırsın. Bazen çok iyi olmana rağmen kaybedersin.

Tüm bunlar aslında futbolun amatör ruhunu besleyen şeyler. Futbolla hayatın benzerlikler göstermesi, futbola olan ilgiyi her daim diri tutuyor. Gün boyunca akşama kadar demir döven bir demirci ustası tribünlerde atkısını boynuna doladığı takımı kazanınca yaşamın tüm ağırlığını üzerinden atıyor. Keyifleniyor, heyecanlanıyor, hüzünleniyor, kazanıyor,  kaybediyor. Yaşama dair nice duyguları yüreğinde hissediyor.

Peki ya amatör ruhu kaybedince ne oluyor?

Futbol çirkinleşmeye başlıyor.

Futbol Dünya'da neredeyse her yerde bir pazarı ekonomisi olan bir spor.

Modern futbol da bu gerçeğe göre şekilleniyor. Futbol sektörleşince, şirketler, reklamlar futbola daha çok hakim oluyor. Taraftarlar taraftar değil de "müşteri" olarak algılanıyor. Bu noktada futbol ile hayatın benzerliği birbirini kaybediyor zira futbol samimiyetiyle beraber heyecanını yitiriyor bu noktadan sonra... Akşam maça giden demirci ustası sahada oynanan oyunun gerçekten de oyun olduğundan şüphe etmeye başlıyor, futbol bir oyun değil de rant aracı hâlini alıyor. Böyle olunca taraftar kendisini taraftar gibi hissedemiyor çünkü aklına hemen kendisinin orada olmasının aslında tamamen "maddi bir değer" ifade ettiğini düşünüyor. Bu da futbolun tüm o albenisini yitirmesini, çirkinleşmesine neden oluyor.

Velhasıl-ı kelam futbol hayata benzediği için amatörlükten beslenen bir spordur. Futbolun amatör ruhunu içerisinden alın tüm o heyecanı kaybolur. Yerine reklam bombardımanları, cebini doldurmayı bekleyen bir takım insanlar gelir. Çirkinleşir bu güzel spor.


Bu yüzden yaşasın amatör futbol diyorum. Yaşasın amatör ruhlu takımlar. Yaşasın amatör ruhlu "gerçek" taraftarlar.

Yaşasın demirci ustaları...