Şehir akıyor. Tüm pisliğiyle akıyor şehir. İnsanları görüyorum. O insanlar ki yorgun argın işten eve dönüyorlar, hepsinin acelesi var. Aceleleri var ama sanki hiçbir şey umurlarında değil gibi takındıkları bir tavırları da var. Nasıl oluyor da hem acelesi var gibi davranıp hem de hiçbir şey umurlarında değil gibi davranıyorlar anlamıyorum. Ve denizi görüyorum. Deniz alabildiğince kirli, ne bulduysa atmış insanlar denize, bakasım gelmiyor. Sonra 2 tane yunus balığı görüyorum. Bir çocuk gibi sevinç kaplıyor içimi, hemen sahile iniyorum, yunus balıklarını benim gibi gören iniyor, dalgaların bittiği yerde durup bakıyor yunus balıklarına. Yunus balıklarını daha önce hiç karaya bu kadar yakın görmemiştim. Yanımda bir balıkçı, o da şaşkın: "Açıkta çok var bunlardan ama yüzme mesafesinde gelmeleri de çok ilginç hani," diyor. Tüm bu kirliliğe, bu iğrençliklere rağmen güzel bir şeyler görebilmek hâlâ mümkün demek ki, belki de şehrin bu alabildiğince pisliğinin içerisinde, şu karadaki insanlara bir kıyak yapalım da güzel bir şeyler görebilsinler diye gelmişlerdir diyorum kendi kendime. Bir süre izliyorum yunus balıklarını, batıp batıp çıkıyorlar, sonra uzaklaşıyorlar, gözden kayboluyorlar. Bize de şehrin pisliği kalıyor, güzellikler saklanıyor yine her zamanki gibi, acelem varmış gibi yürüyüp sanki hiçbir şey umurumda değilmiş gibi bir tavır takınıyorum ben de... İnsanların içinde kayboluyorum. Denizi, sokağı, havayı, her yeri kirleten, kendinden başka hiçbir canlıya yaşam hakkı tanımayan bu insanlardan tiksiniyorum.