31 Ekim 2012 Çarşamba

Balıklar ve İnsanlar


Gece bir çarşaf gibi örtmüş denizin üstünü. Ne yöne baksam karanlık, koskocaman deniz dolunayın ışığı da olmasa hepten karanlık olacak. İleriden uzun uzun gemiler gidiyor, Akdeniz üzerinden Afrika'ya açılacaklar muhtemelen. Aslında gitmiyorlar duruyorlar. Ya da gidiyorlar. Her neyse işte gidiyorlar mı gitmiyorlar mı anlaşılamayacak düzeydeler. Bildiğim tek şey limanda durmuyorlar çünkü bunun için para ödemek istemiyorlar. Onlarda işin kolayını bulmuş, belli bir uzaklıkta, hukuki olarak durabilecekleri mesafedeler.

 Gelip geçen insanlara bakıyorum. İnsanları görüyorum. O insanlar ki bencil, kıskanç, yalnız, telaşlı, korkak, zeki, aptal, güçlü, güçsüz, büyük, küçük, renk renk. İnsanların yüzünde her türlü duyguyu görüyorum. Bazıları hayatın telaşı içerisinde. Dünya umurlarında değil gibi bir hâlleri var.   Bu telaş içerisinde nasıl bu tavrı takınıyorlar merak ediyorum doğrusu. Dolunay o kadar güzel ki, kafalarını kaldırıp nasıl olup da şaşkın şaşkın bakmıyorlar anlamıyorum. Sonra balıkçıları görüyorum. Balıkçılar mutlu. Ben hayatımda daha hiç mutsuz balıkçı görmedim. Sahi balık tutan insanlar neden hep mutlu? Farkında mısınız bilmiyorum ama bu böyle hep. Sıra sıra dizilmiş balıkçılar, öylece oturuyorum. Denizi izliyorum, dalga çok sert geliyor. Rüzgar da esiyor. Hava soğuk değil sıcak da değil. Ilık da değil. Hava bir tuhaf. İnsanlar kadar tuhaf hava. İnsanlar yanımdan geçip gidiyor, kimi spor yapıyor, kimi belli yorgun argın işten dönüyor, kimi sevgilisiyle muhabbet ediyor. Bazı gençler toplanmışlar yüksek sesle kahkaha atıyorlar. Ben denizi izliyorum. Deniz öyle tuhaf ki...En tuhafı da deniz bulunduğum ortamda. Öylece kendi hâlinde. 

Derken aklıma takılıyor. Bu balıkçıların bağlayıp denize attıkları yemi,  karanlıkta nasıl oluyor da bu balıklar görüyor anlamıyorum doğrusu. Suyun altı da muhtemelen karanlık olmalı hani bu ıssız ortamda. Soru beynimi ele geçiriyor resmen. Kendi kendime ihtimaller düşünüyorum. Telefona sarılıp belki  bilen olur diye bir kaç dosta mesaj atıyorum. Nasıl oluyor da suyun altında o ufacık yemi bu balıklar görüyor da kapıveriyor? Allah'ım Allah'ım.  Önümde iki tane balıkçı var hemen. Soracağım ama biraz çekiniyorum, öylece kendilerini kaptırmışlar ki balık tutmaya. İşlerinden alıkoymak istemiyorum. Yüzleri parlıyor. Onların bu mutlu suratlarından destek alarak "Pardon" diyerek soruyorum: Bu yemi bu balıklar nasıl görüyor suyun altında?

Sorduğum adam ilk başta soruyu anlamıyor. Sonra o da dudak büküyor. "Hmm bunu bir araştırmak lazım" diyor. Yanındaki balıkçıya soruyor. Adam 25 yıldır burada yaşadığını ve hemen hemen her hafta balığa çıktığını söylüyor. "Kokudur koku, balık yemin kokusunu alır" diyor en son. Bu cevap bana da yatkın geliyor ama tatmin etmiyor beni, böyle böyle sıra sıra dizilmiş balıkçılar arasında soru dolaşıp duruyor. Sonra herkes bir şey uyduruyor. Bazıları tartışmaya giriyor. Ben onları izliyorum.

Onları gördükçe insanları görüyorum.  Yalnız, yardımsever, mutlu, sevinçli, kederli, kıskanç, bencil. 

Renk renk.

27 Ekim 2012 Cumartesi

Yalnızlık Nedir?


HABER (kayıtlı kalsın burada da)
15 yıl sonra yatağında iskeleti bulundu
Fransa’da ıssız bir köydeki evde 15 yıl önce ölen bir kişinin iskeleti bulundu. Hiç akrabası olmadığı tespit edilen kişinin yatağında hayata veda ettiği ve cesedinin o günden beri aynı yerde durduğu bildirildi.
ntvmsnbc
Güncelleme: 13:36 TSİ 21 Ekim. 2012 Pazar
Fransa’nın Lille kentine yakın bir köyde 15 önce ölen bir adamın cesedi bulundu.
Fransız polisi yaptığı açıklamada henüz kimliğini tespit edemedikleri adamın yalnız yaşadığını ve hiç akrabası olmadığı için evine o günden beri kimsenin uğramadığını belirtti.
Yahoo haber sitesinde yer alan habere gore evin sahibi olduğu düşünülen kişinin iskeletinin yanında 1996 yılına ait açılmamış zarflar ve kutular bulundu.

Kaynak: http://www.ntvmsnbc.com/id/25391781/

21 Ekim 2012 Pazar

Dünya


Dünya gittikçe kötü bir yer olmaya başladı. Doğa derneğinin yaptığı açıklamaya göre, ülkemizde kuşların sayısında inanılmaz bir düşüş varmış. Kuşlar yok oluyor. Sadece ülkemizde mi? Dünya'nın tüm canlıları bir tehlike içerisinde, tarihin en çok ormanları günümüzde yanıyor. Neredeyse her yerden bir yangın haberi geliyor. Her yanımızı apartmanlar, beton yığınları sarmış durumda. Şehrin gürültüsü, trafiği yaşamın doğal bir unsuru olmaya başladı. Çevre kirliliği had safhada. Denizlerimiz kirleniyor, güzelliklerimiz sular altında kalıyor. 

Beton yığınları arasında bıraktığımız kirpiler, kuşlar şaşkın. Düşünsene kirpisin, 1000 yıldır, atalarının, dedenin, annenin, babanın geçtiği yollarda artık yürüyemiyorsun. Her yanı yol yapmışlar, apartman dikmişler. Şaşkınsın, ne oluyor anlamıyorsan, sana yaşanılacak bir yer bırakmıyor bu insanlar. Kirpisin ve nereye gideceksin? Üzerinden her an geçmesi muhtemel bir araba var, muhtemelen seni ezecek. Beton yığınlarında yaşam olmaz. Beton yığınlarında sadece insanlar yaşayabilir. Kuru kuru, ruhsuzca.

Öyle değil mi? Yollara bir bakın, üzerinden araba geçip ezmiş bir yılan, kurbağa, kirpi görmemeniz içten bile değil. Bu hayvanların belki de binlerce yıldır geçtiği, kendilerine yuva yaptıkları yeri tahrip etti, bozdu insanlar. Hiç düşünmeden doğa katliamları yaptılar. Bu hayvanların ahı var şimdi üzerimizde, ahları var hepsinin. Yuva bozanın yuvası olmaz, bu en basit bir doğa kuralıdır, bu kuralı çiğnedik, kirpilere, kuşlara ayıp ettik.

Dünya gittikçe kötü bir yer olmaya başladı. Umut var. Evet umut hep var lakin kirpilerin, kuşların ahları da var.

 Ki o ahlar ki nice felaketin sebebidir.

Böyle giderse gelecekte çocuklarımız kuşları göremeyecek .

20 Ekim 2012 Cumartesi

ADANA DEVLET TİYATROSU: YA DEVLET BAŞA YA KUZGUN LEŞE


Adana Devlet Tiyatrosu yazdığıma bakmayın. Oyun aslında Konya Devlet Tiyatrosu tarafından oynanıyor. Şu aralar karşılıklı misafirleşmekte Konya ve Adana Devlet Tiyatrosu, bundan mütevellit oyun Adana Devlet Tiyatrosunda şu aralar sahneleniyor.

Oyun 2 perdeden oluşuyor. Şu aralar tarihi film, diziler epey popüler malumunuz. Orhan Asena'nın yazmış olduğu bu eseri de tarihi yapımların popülerleştiği şu günlerde güzelce sahneleniyor.  Oyun hakkında fazlaca spoiler vermek istemiyorum lakin birçok oyuncu gerçekten şahane bir oyunculuk sergiliyor.  Oyunun müzikleri biraz daha iyi olabilirdi diye düşünüyorum. Bunun dışında, dekor, sahne tasarımı, ışık gerçekten iyi düşünülmüş. Bilhassa Ferdi Dalgılıç'ın oyunculuğuna hayran kaldım desem yeridir. Ahmet Çökmez için sakinlikle dolu rolünü de fevkaledenin fevkinde oynadı desek abartmış olmayız. Bu adamın adını not ettim. Takip edeceğim artık. Doğan Doğru rolüne çok iyi çalıştığı her halinden belliydi. Bütün oyuncular güzel emek vermişler gerçekten vesselam...

Adana'da gerçekten çekirdek bir tiyatro izleyicisi var. Üstelik sayıları hiç de azımsanmayacak düzeyde olsa gerek ki bilet bulmakta zorlanıyoruz. Bu güzel bir durum şehrimiz açısından. Biraz geç olsa da benim için bu yıl sezonu güzel bir oyunla açmak keyif vericiydi. 

Oyunu izlemeyi düşünenler için yazılmış olan tanıtım yazısı: 

  Bir taht… Tahtın büyüklüğünün altında ezilmek istemeyen bir yargıç, bir padişah, bir baba… Öbür yanda bir kaplan ve bir sırtlan… Ve onların arasında kalmış bir sultan, bir anne… Tahtın arkasında çekilen kılıçlar, hançerler ve konuşulan gizli sözcükler, gizli düşünceler… Kaplanın sırtlan gibi, sırtlanın da kaplan gibi bir karındaşının olması ve bir babanın ikinci defa aynı hatanın eşiğinde durması… Yılların yorgunluğunu taşıyan bir annenin nihayetinde evlatlarının arasında sıkışıp kalması… Tahtın gölgesinde boğulmamak için ‘Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe’ diyen ne ilk ne de son evlat onlar olacak! Ama bunu söyleyen ilk baba o olacak!  


kaynak: http://www.devtiyatro.gov.tr/programlar-sehirler-konya-detay-bolum_konu-ya-devlet-basa-ya-kuzgun-lese37.html

19 Ekim 2012 Cuma

A ve Z


Son gelişmelere bakınca hayretler içerisinde kalmamak mümkün değil. Taraftar cephesinde çok ilginç şeyler oluyor zira ve birçok tespitlik bir durum var.

Dünya'nın hiçbir yerinde hiçbir taraftar grubu homojen değildir. Demirspor tribünlerinde de bir homojenlik yok. İnsanlar herhangi bir konuda herhangi bir görüşe sahip olabilirler. Bir olay karşısında tavır alabilirler, almayabilirler. Bu herkesin kendi hür iradesine bağlı bir şeydir. Nasıl ses tonumuz, parmak izimiz, DNA yapımız, şeklimiz şemalimiz birbirimizden farklı farklıysa, düşüncelerimiz de öyledir. 

Bir armaya sevdalıyız. Koca, ulu bir çınarın yüreğimizde büyük yeri var. Hepimiz Demirspor kazandıkça mutlu, kaybettikçe üzülüyoruz. Bu ama hepimizin aynı fikre sahip olması anlamına gelmez. Eğer bir yerde, özellikle bir topluluk içerisinde herkes aynı fikre sahipse zaten orada büyük bir yanlış vardır. Farklılıklar insan olmanın doğal bir sonucudur. Sen senin için doğru olanın "A" olduğuna inanabilirsin, ben de benim için doğru olanın "Z" olduğuna inanabilirim. İkimizin de bu hakkı. Sonuçta sen kararlarına göre davranırsın ben de kararlarıma göre davranırım. Kısacası hepimiz Demirspor'luyuz. Hepimiz seviyoruz bu takımı. Mavinin tonlarıyız.  Aynı değiliz ama insan olarak. Herkesin değer yargısı, hayat tecrübesi, algı ve kapasitesi, yaşam tarzı, hayata baktığı pencere farklıdır.

Anlamadığım ve ilginç bulduğum şey ise insanların sadece kendi doğrularına inanması, hepimiz "A" olduğuna inanmalıyız, böyle saçma  bir bakış açısı var. Yoksa "satılmış" kalemlerimiz olur -bu satılmış kalem mevzusunu da çok basit buluyorum hani, çok ucuz bir saldırı yöntemi- yürüyüşlerde orada burada şurada "akıllı ol" diye saçma pankartlar olabilir. Başka seçeneğimiz yok(!) Böyle bir algı var ve ben bu algıyı Demirspor'luluk duruşuna yakıştırmıyorum. Böyle bir şey yok, ne bu ülkede, ne bu yaşadığımız Dünya'da, ne mantık sınırları içerisinde, böyle bir algı, böyle bir bakış açısının yeri yok. 

Herkes istediği şeyi, hatta en uç fikirler de dahil olmak üzere savunabilir, görüşlerini paylaşabilir, tartışabilir. Hakaret, küfür, hukuka aykırılık arzetmediği sürece bunda hiçbir sıkıntı yok. Bizler de bunu artık özümsemeyebiliriz.  Bu olgunluğu göstermeliyiz. Herkesin bizim gibi düşünmesini istersek eğer, kaybeden biz oluruz zira insanları kendinizden uzaklaştırmanızın en kısa yolu onları kendine benzetmeye çalışmanızdan geçer.

Bu yazı http://www.demirsporplatformu.com/yazarlar/a-ve-z.html 'da da yayımlanmıştır.

yazardarthvenom@gmail.com

18 Ekim 2012 Perşembe

Radyo Tiyatrosu


Radyo'nun popülerliğini yitirdiği dönemim çocuklarıyız biz. Televizyon, bilgisayar kuşatmış dört bir yanımızı... Radyo tiyatrosu diye bir gerçek var. Televizyonun olmadığı zamanda binlerce insanın dünyasına girmiş, yaşamını renklendirmiş, şimdi tarihin tozlu raflarına karışmış bir tiyatro türü. Görselliğin olmadığı, sadece sesin olduğu, efektlerle olayın insan zihninde tahayyül edildiği bir tiyatro...

Şu aralar radyo tiyatrosuna sardım epey, o kadar güzel ki...Saatlerce dinleyesim geliyor öylece...Mükemmel oyunlar, büyük sanatçılar var bu oyunlarda. Işığı kapatıp, sadece dinlemek, hayal etmek, kulaklarımı oyuna vermek geliyor içimden tamamen...

Radyo tiyatrosu dinleyin dostlar...Dinletin. Radyo tiyatrosu can'dır.

Linkler:
http://www.mbirgin.com/?c=Cevap&TopicID=714&t=radyotiyatrosutgrtfm#
https://sites.google.com/site/radyotiyatrosu/
http://www.canakkale.gov.tr/2226/radyo-tiyatrosu-bolum-1-10-hikaye
http://seslieser.blogspot.com/2008/01/sesli-eserler.html
http://radyotiyatrosudinleindir.blogcu.com/radyo-tiyatrosu-indir-tum-liste/6878585

Yanan Ormanlarda Elli Gün

Yanan Ormanlarda Elli Gün- Bu Diyar Baştanbaşa 2 Yaşar Kemal'in röportajlarının yer aldığı kitabı.

Kitap insanı diğer Yaşar Kemal kitapları gibi sarsıyor ama bu kitap gerçekten daha çok sarsıyor. Özellikle "Mağara İnsanları" bölümü çok etkileyici, şaşırtıcı. Türkiye'de 1950'li yıllarda tüm temel gıda gereksinimlerinden yoksun olarak mağarada yaşayan insanları, "doktor" kelimesini bile duymayan anadolu insanını, çıplak çocukları, Türkiye'deki gerçekleri, yanan ormanları büyük bir destansı dille yazmış Yaşar Kemal.

Gerçekten inanılmaz bir kitap. Mutlaka okunmalı seri olarak...





Kitaptan alıntı:
Dediler ki:
"Bizimkisi gene nimet. Şu karşıki kayalık dağı görüyor musun? O dağın altında doksan tane mağara vardır. Büyük büyük mağaralar. İşte o mağaralarda bir köy yaşar. Yaaa... bizimkisi nur, nimet"

17 Ekim 2012 Çarşamba

Hayal Kurmak

Yılbaşı günlerinin kendine özgü klişeleri vardır. İyi bir yıl temennisi onlardan biridir misal. Yeni bir yılda bir şeylerin değişmesi, daha güzel bir yıl yaşama arzusuyla yapılır bu klişeler. Bende bu yazımı klişelerle dolduracağım. Adet yerini bulsun diye...

 Her yılbaşı yaklaştığında, ana haber bültenlerine haber yapılması için en klişe yoldur muhabirin eline mikrofonu alıp sokaklara çıkması...O malum sorudur elbette sorulan: Yılbaşı ikramiyesi size çıksa ne yaparsınız?

Verilen cevaplara dikkat edin: "Ev alırım, araba alırım, yardım ederim  fakir insanlara..." Bunların dışına pek çıkmaz. Düşünün trilyonlarınız var ama siz ev almayı hayal ediyorsunuz, araba almayı düşlüyorsunuz ve fakir insanlara yardım etmeyi düşünüyorsunuz. Klasik anlamda herkesin hayal edebileceği şeyleri hayal ediyorsunuz yani, bu ne demek biliyor musunuz?

Biz hayal kurmayan bir toplumuz. Hayallerimiz yok. Olsa bile hayallerimiz bile birbirine benziyor, ev almayı düşlüyoruz, araba almayı istiyoruz ve hani madem o kadar param var, gidip yardım edeyim fakir insanlara diyerek de vicdanlarımızı rahatlatıyoruz. O büyük ikramiye bize çıkmıyor elbette, tekrar o hayalsiz dünyamıza devam ediyoruz.

Hayal kurmayan insanlar ölmüştür. Düşünsene! Bir hayalin yok. Hayatta yapmayı istediğin, seni kamçılayan bir motivasyon aracın yok. En büyük eğlencen TV'de saçma sapan insanları izlemek, dedikodu yapmak,  koşuşturmaca içerisinde bir yaşam sürmek...

Şu an insanlığın kullandığı her türlü teknoloji, eser, araç gereç bir zamanlar hayaldi. 2012 yılında Felix denilen bir adam çıkıyor uzaydan Dünya'ya atlıyor. Uzay la uzay. İnsanlık sınırlarını zorluyor, bunu büyük bir riski göze alarak başarıyor üstelik. Milyonlarca insana belki de mesaj veriyor: "Sizin hayalleriniz bile benim yapacaklarımın yanından geçemez" diyor. Hayalsizliğe gömülmüş insanlığın beynine balyoz gibi inerek ilham veriyor.

İşin garip tarafı bu kadar gelişmelere rağmen binlerce yıl önce "Mısır Piramitleri" "İskenderiye Feneri" gibi insanlığa büyük eserler vermiş insanların hayallerinden ve yaşama tutkularından çok uzağız. En büyük paradoksumuz da bu... 

Bizler hayallerimizden uzaklaştıkça, hayallerimiz sıradanlaştıkça aslında yaşamdan ve hayatın güzelliklerinden de uzaklaşıyoruz.

Yavaş yavaş ölüyoruz sonra vesselam.

Hayallerimizi öldürmeyelim. Düşlerimizi çalmalarına izin vermeyelim. Onları yitirirsek her şeyimizi yitirmiş oluruz zira.  Buna izin vermeyelim.

 Düşlerimiz zenginleşsin...2013 yılında bir şeyler değişsin artık...Mutlu yıllar!

15 Ekim 2012 Pazartesi

İçinden Tren Geçen Filmler 1: The Station Agent




İçinden tren geçen filmler yazı dizime başlıyorum. Böyle bir yazı dizisi oluşturmayı aslında epeydir düşünüyordum, Thomas Mccarthy'nin yönetmenliğini yaptığı The Station Agent filmini izleyince başlamak için de şevk aldım diyebilirim.

Filmin başrol oyuncusu, Game Of Thrones  dizisinin mükemmel aktörü Peter Dinklage şahane bir oyunculuk  sergiliyor. Peter'ın yıldızı aslında bu filmle başlıyor. Zira şu sıralar Game Of Thrones'de  bu parlayan yıldızıyla hayatının en iyi oyunculuğunu sergilemeye devam ediyor.

The Station Agent klasik bir kasaba filmi. Amerika bağımsız sinemasının sevdiği kasabalardan hani. Yalnız erkekler, sırf yalnızlığını paylaşmak için bu erkeklere ümit veren yalnız kadınlar, dostluklar ve trenler...  





Kısa bir sürede insanı alıp öylece saf bir şekilde o atmosferin içine sokuyor film. Farklı farklı insanların aslında beraber nasıl mutlu olabileceğini gösteriyor. Öyle ki yaşam tarzı tamamen farklı 3 insan, belki de yalnızlığın kendilerine vermiş olduğu yetkiye dayanarak, hani o pek bir klişe söz olan "yalnızlık paylaşılmaz" sözüne nazire yaparcasına aslında yalnızlığın paylaşabileceğini anlatıyor. Bunu o kadar saf, kendine özgü samimi bir dille anlatıyor ki filmin içinden geçen trenler de bu hikayeye adeta ortak oluyor. 


Eğer sizde benim gibi öyle patırtılı kütürtülü filmleri değil de böyle sessiz sakin, sade, içinden trenlerin geçtiği filmleri seviyorsanız The Station Agent'i izleyin derim. 

13 Ekim 2012 Cumartesi

ŞİMDİ "BİZ" OLMA ZAMANI



Geçen hafta Adanaspor  A.Ş karşılaşması sonrasında takımın kendine gelececeğini, ivme kazanacağını düşünüyordum. Karşıyaka karşılaşmasında gördük ki gerçekten de takılma düzelmeler var.  Adanaspor A.Ş galibiyetinin tesadüf olduğunu söyleyenlere de Karşıya karşısında alınan 1-4’lük galibiyet ile güzel bir cevap verildiğini düşünüyorum.
Futbolcuların birbirleriyle gün geçtikçe daha bir uyum içerisinde oynadıklarını, üzerlerindeki stresi attıklarını, kollektif oyun bilinciyle hareket edip “takım ruhu” kazanmaya başladıklarını görüyoruz.

Mevcut kadromuz şu an bulunduğumuz lig içerisinde gerçekten iyi bir kadro. Biz kendi içimizde “biz” olmayı başarabilirsek eğer bu yılın sonunda Demirspor’umuzun Süper Lig’e çıkmaması için hiçbir sebep yok.

Erçağ, geçen seneden bu yana kendini çok geliştirdi. Kendisini sürekli yeniliyor, bir futbolcu da olması gereken her özelliğe sahip bir oyuncu olmaya başladı. Özellikle ortaları, o kadar keskin ortalar açıyor ki bugün bırakın PTT 1.ligi Süper Lig’de bile bu kadar kaliteli bir futbolcu bulmak mümkün değil.  Juninho tekniği ile ağzımızı açık bırakıyor. Çok iyi mücadele ediyor, her hafta kalitesini ortaya koyuyor. Şener  bizim efsanemiz, nice efsaneleri yazmaya hazır olduğunu her daim gösteriyor. Lawal orta sahamıza enerji verdi, takımımızın toparlanmasını sağladı. Gökhan Kaba golleri sıralamaya devam ediyor.  Daha futbolcularımızı böyle teker teker saymak mümkün...

Velhasıl-ı kelam futbolcularımız çok iyi. Biz, bu şehri kenetlemeye başlamalıyız artık yavaş yavaş. Biz olduğumuzu, etle tırnak gibi olduğumuzu, herkese göstermemiz gerek.

Eğer biz biz olabilirsek bizi kimse tutamaz. Zira biz demek Muharrem Gülergin ruhu demek, Bekir Çınar’ın onurlu duruşu demek, biz demek...

Adana... Şimdi biz olma zamanı, kenetlenme zamanı.  Biz olduğumuzu hatırlama zamanı. Sonra bu takım şampiyon da olur, istediğimiz her şeyi yapar.
Yeter ki inanalım, zira Emre Hasan Balcı’nın dediği gibi biz inanırsak, kimse bizim kadar inanamaz.
Biz olalım...

Not: Bu yazı aynı zamanda http://www.demirsporplatformu.com/yazarlar/simdi-biz-olma-zamani.html  adresinde de yayımlanmıştır.

8 Ekim 2012 Pazartesi

ADANA DEMİRSPOR-ADANASPOR ANONİM ŞİRKETİ MAÇI


Dün Adana "mavi" bir sabaha uyandı. Her şey maviydi dün Adana'da, yollar, sokaklar, kaldırımlar, uçan kuşlar, çocuklar, genç kızlar, koca koca adamlar. Her şey maviye kesilmişti. Bir mavi sabaha uyandık, biz de maviydik, her şey maviydi. Bir de lacivertti, maviye yakışan, yanına soylu bir şekilde duran. Mavi ve lacivert.

Sabah bu mavi düş her yere yayılmıştı. Kolay değil bir Adana derbisi vardı, bir yanda taraftarı ile milyonların sevgilisi olmuş mavi, masmavi Demirspor'umuz, diğer yanda Adanaspor Anonim Şirketi. 

Sabah erkenden yola koyulduk, stad etrafı maça henüz 10 saat varken tıklım tıklımdı. İnsanlar besbelli acaba bilet bulur muyum kaygısıyla uyanmıştı, kime baksam bir telaş bir kaygı... Bu güzel çocuklar, bu mavi masmavi düşlerden uyanan bu çocuklar, hepsi buldular biletlerini, erkenden geldiler stada, kuyruk oldular, tabii bulacaklar. Bulacaklar ya, zaman geçtikçe stad etrafı da ana baba günü oldu. Stad etrafına konuşlanmış, dürümcüler, ayrancılar, şalgamcılar bayram etti. Yüzleri güldü. Şehrin asi çocukları şarkılar söylemeye başladı, tezahüratlar her tarafta bir mavi, bir cümbüş, bir bayram havası.

Maça 2 saat kala stada girdik. Öyle stada girdik diye geçiştirmeme bakmayın, bir sıra vardı ki sormayın gitsin. Nah buradan taa nerelere yol olur. Öyle bir sıra ki bu, sorma gitsin. Uzun, upuzun, dallanan budaklanan, kaynak yapılan, U şeklini alan, bir türlü bitmeyen bir sıra. Bizde bekledik, uzun uzun ayakta bekledik ve stada girdik.

Dışarıdaki kalabalık stada akmaya başladı. Yavaş yavaş doldu stad. Bir insan seli akmaya başladı içeri doğru, insanlar girdikçe stada bir mutlu bir mutlu... Koca stad doldu taştı, maviye büründü, şarkılar, türküler, tezahüratlar ile maça yavaş yavaş hazırlamaya başladık kendimizi.




Demirspor'umuz, sağolsun o güzel futbolcular, sağolsun o hünerli ayaklar bizi utandırmadı. Maça müthiş başladık, üst üste bulduğumuz goller, hele o Erçağ'ın golü, şimdi kaç çocuğun rüyasını süsledi o gol Allah bilir, o nasıl bir goldü öyle, adeta bir füze, bir teknik, zeka ürünüydü. Müthiş, tek kelimeyle müthiş bir goldü. Yıllar geçer, o golü gören, hele hele o golü canlı canlı gören kimse unutamaz o golü, öyle bir goldü.  Rakibin eminim kabusu olmuştur o gol. Allah'ım Allah'ım evlerden ıraklardan uzak. O nasıl bir goldü öyle? Mavi masmavi goldü. Gol bile maviydi. İlk yarı 4-0 üstünlüğümüz ile bitti, ezici, insanı mutlu eden bir skordu ve şehrin asi çocukları bir dakika bile susmuyordu.

İkinci yarı Adanaspor Anonim Şirketi 2 gol buldu. Buldu ya, bulsun ne olacak. Maç bizimdi zaten, rahattık, mis gibi keyfini çıkarıyorduk bu güzel sonucun, şarkılarımız, türkülerimiz, o destansı duruşumuz hiç bitmiyordu. Bitmeyecekti de...

Maç bitince sokaklara doldu mavi çocuklar. Gazipaşa'da belki de hayatta ilk defa birbirini görmüş olan insanlar halay çekti, kornalara basıldı, konvoylar yapıldı, şehir hâlâ maviydi, gündüz nasıl maviyse gece de maviydi bu şehir.

Eve giderken neredeyse gün boyunca ayakta durmanın bir yorgunluğu olsa da üzerimizde mavi bir düşün içerisinde lacivert bir gölgede doyasıya eğlenip, "Adana Demirspor'ludur" söylememizin ne kadar haklı olduğunu tüm ülkeye göstermenin ve Adanaspor A.Ş'yi yenmenin güzelliği vardı üzerimizde...

Şehrin asi çocukları o tatlı yorgunlukla mavi bir düşe uyudular.

Sabah gene şehir mavi bir şehir olacaktı...

Mavi...

Masmavi...

Not: Bu yazı aynı zamanda http://www.demirsporplatformu.com/yazarlar/adanaspor-anonim-sirketi-maci.html  adresinde de yayımlanmıştır.


5 Ekim 2012 Cuma

İşaret Dili ve Mesut Yazıcı

Türkiye'de 3 milyondan fazla işitme engelli var. İşaret dilini bilen, bunun eğitimini almış biri olarak işaret dilinin yaygınlaşması için gerek blogumda gerek sosyal medya'nın her platformunda bundan sonra işaret dilini yaygınlaştırmak için elimden geleni yapacağım. Bu ülkede sadece biz yaşamıyoruz, herkes işaret dilini öğrenmeli, en azından bir işitme engelli ile işaret dilinde sohbet edebilecek kadar bilgi sahibi olmalı diye düşünüyorum. Bu güzelliği yapabilirsek ne mutlu bize, bunun için büyük çalışmalara imza atmış olan, gerçekten de işaret dili deyince bu işin duayenlerinden biri olan Mesut Yazıcı'nın videolarını koyuyorum buraya, izleyin, izletirim derim.


                                       

Daha fazlası için: http://www.youtube.com/user/berdger?feature=watch

3 Ekim 2012 Çarşamba

AKÇAKALE'DE NELER OLUYOR?


Şanlıurfa'nın Akçakale ilçesinde bir eve bomba düştüğünün haberini alır almaz, o bölgede öğretmenlik yapan bir tanıdığımı aradım. 

Tanıdığım, bir süredir o bölgede, sınıf öğretmenliği/ asker öğretmenlik yapıyor. Bu saldırı olmadan önce de sık sık konuşurduk. Akçakale Arap nüfusun yoğun olarak yaşadığı bir bölge. Suriye'den insanlarla akrabalıkları var bu bölge insanının. 

Tanıdığım, okula çocukların gelmediğini, pamuk tarlalarında çalıştığı için çocukları toplamaya çalıştığını, bölgenin mütemadiyen bir hareketlilik içerisinde olduğunu söylüyordu bana son zamanlarda. Ve bu Suriye olaylarına dair bana anlattıkları, ibret vericiydi.

Sınırdan geçişler serbest olduğu için ilçeye Suriye'den birçok insan geldiğini, bu insanların temel gıda gereksinimlerini karşılamak üzere, özellikle ekmek ihtiyacının çok yoğun olduğunu söylüyordu tanıdığım. Bazen Suriye'den gelen araçlar Akçakale'deki tüm bakkallardaki ekmekleri toplayarak Suriye'ye götürüyormuş. Gerçekten çok ciddi boyutlarda insanlık dramı yaşanıyor, o insanlar çaresizler ve yapabilecekleri hiçbir şey yok. Adeta hayatta kalma mücadelesi veriliyor Suriye'de desek abartmış olmayız. Basından okuduklarımız olayın sadece bir boyutu, o yöre insanı bu dramı daha net bir şekilde gözlemliyor. Anlattıkları neresinden bakarsanız bakın insanın tüylerini diken diken edecek cinsten. Düşünün, bir ekmeği bulamıyor insanlar, ellerinden gelen tek şey akrabalarının yaşadığı Akçakale'ye gidip bir yardım beklemek. Yaşamda kalmak için yapabilecekleri başka hiçbir şeyleri yok.

Ve bugün gelen saldırı sonucu malesef 5 kişi hayatını kaybetmiş durumda (oradaki yakınımın bana verdiği bilgi bu). Henüz net olarak neler olduğunu bilmiyoruz sadece bildiklerimiz,

Esad bir insanlık vahşetine imza atıyor.  Gözünü tamamen kan bürümüş durumda bu canavarın. İnsanların belki de son umudu olan Akçakale'ye yapılan bu saldırı belki de bir umudu kırmaya yönelik.

Ne olursa olsun, Esad gibi canavarların kaybedeceği muhakkak. Tarih hiçbir zaman bir zalimi haklı çıkarmaz. Esad oluşturduğu kan gölü içerisinde, boğulup gidecek. Bunun başka bir açıklaması yok. Bir ekmeğe muhtaç ettiği insanların vebali bu eli kanlı zalimi tarihin derinliklerine gömecektir.

Bu anlattıklarımı göz önünde bulunduracak olursak, bugün bir şerefsiz tarafından yollanan  ve eve düşen o bombanın anlamını daha iyi anlayabiliriz diye düşünüyorum.

2 Ekim 2012 Salı

ALEX DE SOUZA

Türkiye'ye gelmiş geçmiş en iyi futbolcularından biri olan Alex De Souza artık Fenerbahçe'li değil.

Aslında Türkiye'deki futbol nankörlüklerine alışığız. Bu ülkede nice futbolcular gördük böyle, yıllarca emek verdiği, terininin son damlasına kadar formasını ıslattığı takımın kapısına konulduğuna çok şahit olduk.

Alex bir efsaneydi.

Yediden yetmişe tüm taraftarların, tuttuğu takım farketmez hemen hemen herkesin sempatisini kazanmış, adamlığıyla milletin saygı duyduğu bir futbolcuydu.

 Efsaneler kolay yetişmez.

Alex sadece Fenerbahçe'nin değil Türk futbolunun bir efsanesiydi.

Alex'i gönderen zihniyet, vefa nedir bilmeyen, emek nedir anlamayan zihniyettir. Bugün büyük bir kulüp olmanın en büyük göstergesi futbolcularına verdiğin değerle ölçülür.

Büyük kulüpler yıllarca evvel kendisinde olan futbolcularına bile sahip çıkar, onların hataları olursa kulüp olarak kapatır o hataları, bilir ki o futbolcular da insandır. Hataları olabilir ama yanlış yapmazlar. Büyük bir kulüp olmak demek bu demektir...

Vefadır zira futbol.  Örnek olmaktır. İdol olmaktır. Mütevaziliktir, fotoğrafta olduğu gibi:



Kulüp olarak birçok başarılarınız olabilir. Rakiplerinizin gıpta edeceği bir takımınız da olabilir. Ama siz efsanelerinize, daha henüz takımınızdayken efsane olmuş futbolcularınıza bunu yaparsanız, asla büyük bir kulüp olamazsınız.

Tüm o kupalar, o başarılar, o şaşaalı şeyler gelip geçicidir zira.

Kalıcı olan efsanelerinizdir.