11 Kasım 2013 Pazartesi

Kasım'da Blues Dinlenir




14 Eylül 2013 Cumartesi

   

26 Ağustos 2013 Pazartesi

Boş ver!

Biliyorum:
"Yapmaz" dediğin dostların yaptılar.
Belki de en güvendiklerin bile aslında o kadar da güvenilir olmadıklarını gösterdiler sana.
Bırak onlar çirkin kalmaya devam etsin.
Sen yüreğini temiz tut. Hiç kimse için kin besleme; intikam duygularıyla hareket etme.
Onlar kendi bataklarında her geçen gün batmaya devam ederken, sen güzel kal! Olduğun gibi ol!
En güzeli böyle!

                  Hakan Altay 

22 Ağustos 2013 Perşembe

Ne yaptın Sen?

 Her toplumun kültürüne ait olan ögeler o toplumdan izler taşır. Halk oyunları, yemekler, türküler, inanışlar, kültüre ait her ne varsa insanda o toplumda yaşadığı için etkilenir. Biz bu toprakların çocuğuyuz. Yediğimiz bir tatlıda, bize ait bir şeyler vardır. Şekeri bizimdir misal, hamuru, sütü, cevizi, yağı. Toprağın üretir, insanın işler. Salt mekanik bir işleyiş değildir bu, annelerimizin "sevgimi de kattım" dediği şey de vardır, insanın ruhu da işler yaptığı baklavaya vesselam. O güzel börekler, o güzel insanların ellerinden çıkar, o tadına doyum olmayan yemeklerimiz, malzemeden ibaret olmayan şeyler vardır onu güzel yapan.

 Bu toplumda yaşayan bir insana ben kini öfkeyi nefreti yakıştıramıyorum. Belki abarttığımı düşüneceksiniz; baklavayı anlayan bir insan nasıl öfkeye sarılabilir ki? Neresinden bakarsan bak bir tat, zevk, her şey var. Kine, öfkeye nefrete sarılmış bir insan baklavanın hakkını veremez. Bunu ben demiyorum, arama motoruna yazın, Japonlar ne deneyler yapmışlar. Su var ya su, her gün suya kötü söz söyle, su bile renk değiştiriyor. Böyle bir şey.

 O yüzden öfkeyle, nefretle, kinle ve şiddetle kendini anlatmaya çalışan insanlarda bu topluma ait olmayan bir şeyler görüyorum. Sen hiç mi halay çekmedin, horon tepmedin, şöyle güzel bir düğünde sevdiğin insanla karşılıklı çiftetelli oynamadın; baklava, aşure yemedin? Sen nasıl bir insansın ki, içtiğin suyu bile anlamadın be! "Ne olursan ol gel" diyen Mevlana'ya hiç mi rast gelmedin, "Bir gönül yapamazsan, yıkıp viran eyleme" diyen Yunus Emre'yi de mi okumadın. Hac-ı Bektaşi Veli "İncinsen de İncitme" demiş onu da mı anlamadın, Neşet Baba'nın türkülerini de mi dinlemedin be?

 Hayatında hiçbir estetiğe yer vermedin ki tahammül edemiyorsun.  Naylondan bir hayat yaşadın. Sen bu toplumu anlamadın, yediğin tatlıyı, içtiğin suyu hiçbir şeyi anlamadın!
 Ne yaptın sen Allah aşkına, söyle bana;  kine, öfkeye sarılmaktan başka ne yaptın? O yüzden bu topluma ait olmayan bir şey var sende; şeytanca bir şey. Türkülerimizde, yemeklerimizde, oyunlarımızda sana yer yok!
                                                                                             Hakan Altay


14 Ağustos 2013 Çarşamba

Mısır İçin

Mısır'da olanları kanım donarak izliyorum.  Ölen insanların sayıları net değil; kimi 600 diyor kimi 700. Katliam olduğunu anlamanız için rakamlara bakmanız yeterlidir. Eğer bir yerde ölen insan sayısı üzerinde söylenenler farklılık gösteriyorsa, orada katliam var demektir.

Katliamın olduğu bir yerde ölen masum insanlar vardır. Çocuklar, kadınlar... Hiçbir suçu olmayan insanlar vesselam.

Şu sorunun cevabını verebilecek biri var mı, Mısır'da bugün insanlar neden öldü? Hangi inanç, hırs, iktidar özlemi, çıkar bu kadar insanın ölümünü haklı kılabilir?

Verilecek hiçbir cevap yok biliyorum. Mısır'da darbe yönetimi canavarlaşmış durumda, zalimlerin  gözü hiçbir şeyi görmeyecek ve tarihte yapılmış katliamlar gibi yine çok kanlar akacak. Olan çocuklara, kadınlara olacak.

Ne oldu da bu hale geldiniz? Daha 3 ay öncesine kadar otobüste birbirine yer veren, piknik esnasında tuzunu paylaşan insanlar şu an birbirlerini öldürüyor. Bu kan, vahşet niye?

Aslında tüm soruların cevabı basit. Günümüzde savaşlar "böl, insanları birbirine kır, kurtarıcı olarak gir ve sömür," sistemi üzere kurulu. Bu bir komplo teorisi değil; Suriye'de, Mısır'da ve şu an yeryüzünde katliamların, savaşların eksik olmadığı tüm coğrafyalarda insanlar daha düne kadar bir şekilde birlikte yaşayabiliyorken, bugün neden yaşayamıyor?

Bizim farklılıklarımızı sahiplenmemiz gerek. Kim olursa olsun, bu topraklar Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş-i Veli gibi nice hoşgörü bilginlerini, gönlü yüce şahsiyetleri barındırmış bir coğrafya. Bu topraklarda hoşgörü  okyanusu Mevlana'larımız var, gönlü yüce Yunus Emre'lerimiz var, yolu doğruluktan geçen Hacı Bektaşi'lerimiz var. Biz birlik olursak, koca Dünya bir araya gelse hiçbir şey yapamaz.

Türkülerimiz, sazımız sözümüz, nice şarkılarımız var.

Bırakalım artık şu kini, kibiri, kıskançlıkları, dedikoduyu, öfkeyi. Bizi ötekileştirmeye, ayırmaya çalışan kim olursa olsun, bir dur diyelim. İnadına selam verelim insanlara. Bizim gibi düşünmeyen insanlara... Birlik olalım. Hepimiz bu toprakların çocuklarıyız, piknikte paylaşacak tuzlarımız, otobüste verecek yerlerimiz var. Kimseyi  ama kimseyi kimliğinden ötürü yadırgamadan, ayıplamadan, tahammül etmesini bilelim. Zor değil; gerçekten zor değil, eğer böyle yapmazsak, sazlarımızda, masallarımızda, ninnilerimizde, türkülerimizde, destanlarımızda gözü olanların ekmeğine yağ süreriz.

Bunu anlamamız için daha kaç katliamı televizyondan izlememiz gerek?

1 Ağustos 2013 Perşembe

Ölüm

"Ölümün olduğu bir hayatta daha ciddi ne olabilir ki?" diye soruyor ya hani, bıçak gibi...

Benim cevabım şöyle: Kocaman bir boşluk. Kocaman, hiç dolmayacak bir boşluk..

Senden geriye kalacak olan tek şey bu evet: Boşluk.

O yüzden ölümün olduğu bu dünyada, gerek yok kalp kırmaya, insanları üzmeye... İyiliği yaşatmak, umudu yaymak varken...

Sokaklar senin, denizler, yıldızlar, köpük köpük akan sular... Çıkar ayakkabılarını dans et, zıpla, koş, bağıra çağıra şarkı söyle! Kim ne düşünür diye düşündüğün yeter, bırak kim ne düşünürse düşsün.

Git ve sarıl en sevdiğin insana sıkı sıkı... Geriye kalan her şeyi boş vermesini bil! Kaç devir geldi, kaç nesil geçti, kimseye kalmadı bu dünya, sana da kalmayacak;

Güzel anılara, sıcak dostluklara, sarıldığın anlara kalacak. Hepsi bu kadar! Fazla abartma!                      

                                                                                                      Hakan Altay

27 Temmuz 2013 Cumartesi

İnadına

Kendimizi aşmamız lazım. Bizi cehalete bağlayan tüm iplerimizden kurtulmamız, tabuları yıkmamız, sorulamayan soruları sormamız gerek.

Her şeyi sil baştan yazmalıyız. Anlıyor musun?

Eğer çevrende olan birileriyle aynı şeyleri düşünüyorsan, hiçbir farklı düşüncen yoksa,  hayatta hiçbir şey elde edememişsin demektir  bu...

İnadına soru sor, inadına sorgula, inadına oku, araştır!  Sığma kendine! Her şey böyle daha güzel olacak!

                                                                                               Hakan Altay

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Pastacı

- Pastalar ne kadar?
+ 20, 30, 40 değişiyor fiyatlar abi.
- Şu üstü fıstıklı olandan verir misin?
+ Tamam hemen.
- Taze değil mi bunlar? 
+ Evet evet günlük yapılır, daha yeni yapıldı.
- Tamam harika, taze yani?
+ Taze, yerken bana inanın hak vereceksiniz.
 Pasta paket yapılır, eve götürülür, servis edilir, taze değildir. Ekşidir. Aslında bu sorun genel bir sorunumuz bizim. "Taze abi pastalarımız," der adam eve götürürsün ama pasta bayattır. "Harika kestanelerim var," deyip de içi boş kestane satanını da gördüm, astronot olmak istiyorum diyen öğrencisine kahkahalarla gülüp dalga geçen öğretmenini de gördüm, dürüstlükten zerre nasibini almamış  "O an kendimi kurtarayım, yolumu bulayım da dünya umurumda olmaz," diyeni de... 
Tüm sorunumuz bu bizim. İnsanlar mesleklerini iyi yapmıyorlar. Sorun olarak gördüğünüz her ne varsa, şöyle bir bakın, orada kesinlikle mesleğini iyi yapmayan insanlar vardır.
 Ortada bir suçlu arıyorsan al sana işte suçlu bu insanlar; eğer bir şeyleri değiştirmek, daha güzel bir gelecek istiyorsan, önce sahtekar pastacılardan başlamak gerek işe! Asıl sorun bu sahtekarlar; insanları kandıran, yalan söyleyen, yaptığı işe saygısı olmayan, sadece ama sadece anı kurtarmak isteyen buz dağının öteki tarafındaki insanlar.
 Eğer bu pastacılar düzelmeden bir şeylerin düzeleceğine inanıyorsan sadece fazlaca masumsun derim sana. Ne olursa olsun önce bu insanlar düzelmeli. En azından yaptığımız işe karşı dürüst olabilme şerefini gösterebilirsek, gerçekten çok güzel şeyler olacak... Pastacılar düzelmeden hiçbir şey düzelmeyecek!               Hakan Altay
                                                                           

22 Temmuz 2013 Pazartesi

Davullar, pankartlar, şarkılar, ıslıklar, tezahüratlar bir stadın olmazsa olmazıdır. Stadın ruhu bunlarla şekillenir. Nice çocuğun belleği bunlarla hatıra olur.

5 ocak stadyumunda pankartların olmadığını düşünüyorum da Adana Demirspor'un maçına gittiğim her an gözlerimden bir film şeridi gibi geçiyor. Babam, abim, kardeşim, kız arkadaşım, dostlarım; hepsiyle gittim stada, her maçın hafızamda ayrı bir yeri var, bazen bir yağmurdan kaçarak yetiştim stada, bazen de sıcak bir mayıs günü adana kebabının kokuları arasında yerimi aldım. Hüzün, acı, keder, sevinç, her şeyi yaşadım o stadda. Henüz bu genç yaşımda şöyle oturup düşününce bile yüzlerce anı, fotoğraf geliyor belleğime. "Sula bizi itfaiye," diye tezahürat yapıp İtfaiye ile ıslandığımız, saatlerce kuyruk olup önünde beklediğimiz, son dakikalarına kadar nefesimizi tutarak izlediğimiz maçlar... O pankartlar olmasa sanki tüm bu anılar bir anlamsız olacaktı, eksik kalacaktı.

Sorarım size: Her biri emekle yoğrulmuş, insanların cebinden zar zor arttırdıkları üç beş kuruş paraları toplayarak yaptıkları pankartlar arasında bir maçı izlemenin keyfi başka neyde olabilir ki?

Gelecekte nice çocuğun dünyasına girecek o pankartlar; o yüzden bırakın assınlar o pankartları, assınlar ki iki kelimeyi bir araya bile getiremeyen insanların pohpohlandığı bir TV ortamı içerisinde büyüyen çocuk,  stada geldiği zaman yürekten, emekle yazılmış yürekten iki yazı görsün.

Yarın anlatacak bir anıları olsun; umudun, sevincin, hüznün, kederin ve aşkın edeplice sığdırıldığı pankartlar belleğine işlesin. O çocuk büyüsün! 

Hakan Altay

16 Temmuz 2013 Salı

İnan

Nefret etme! Nefret nefreti doğurur; nefret ederek sadece kendi kuyunu kazarsın.  Şimdiye kadar nefretle kazanan daha olmadı. Öfkeni bir kenara bırak. Öfkeyle de hiçbir şey elde edemeyeceksin.

Affet! Her şeye rağmen bu büyüklüğü göster, affet! Bu kendinle olan bir mücadele, bu dünya, savaşlarla, silahlarla, nefretle, öfkeyle, kibirle, kinle daha iyi bir dünya olmadı, olmayacak da hiçbir zaman...

Daha iyi bir dünya mümkün. Sen nefrete sarılırsan, kolaya kaçarsan olmaz; kinden ve kibirden arın, kıskançlıklarına bir son ver ve kendin haricinde herkesi affet! Bu büyüklüğü göster.

Sait Faik Abasıyanık'ın dediği gibi "Dünyayı güzellik kurtaracak..."

Herkesin birbirinin kuyusunu kazdığı, insanların en yakınındaki insanı bile kıskandığı, nefrete, kibre ve kine sarılmanın bu kadar kolay olduğu bir zamanda, bari sen yapma bunu...

İyiliğe, aşka, sevgiye sarıl. Dünyayı güzellik kurtaracak, inan!

                                                           Hakan Altay

14 Temmuz 2013 Pazar

Şizofrenik Beyinler

Elektronik ürünlerin satıldığı bir mağazaya girdiğinizi düşünün, dikkatinizi en çok ne çeker? Çoğu zaman kendi ihtiyaçlarınızın olduğu reyona gidersiniz ve dikkatinizi de takdir edersiniz ki en çok sevdiğiniz şeyler çeker.  O an en çok neyi istiyorsanız onu incelemek, almak istersiniz. 

Bir olay olduğunu düşünün. Olay yerinde 20 kişisiniz, biri gelse ve size olay hakkındaki düşüncelerinizi sorsa; 19 kişi de  kendisine göre anlatır olayı. Siz de aynı şekilde kendinize göre bir şeyler anlatırsınız. Kendi bakş açınızla bir şeyler söylersiniz. Haklı veya haksız şeklinde bir ayrım yapacaksanız da muhtemelen bu şahit olduğunuz olay hakkındaki düşünceleriniz farklılıklara dayanır. Yorumlarınızda muhakkak ki geçmiş yaşantılarınız ve çevreniz etkili  olacaktır.

Örnekleri çoğaltmak mümkün. İnsan her durumda isteklerini, tepkisini kendisine göre gösterme eğilimindedir. Bu insanın en bariz gösterdiği bir davranış şeklidir. O an için kendi görüşüne, algılarına, hislerine ve düşüncelerine göre tepki göstermek ister. Lakin gerçek dediğimiz şey çoğu zaman bizim gördüğümüz, hissettiğimiz, algıladığımız ve düşündüğümüz şeyden çok daha farklıdır.  Bu farklılık salt bize özgü bir durum değildir; her insan başlı başına kendine özgüdür.

Hayatın temel dinamiği bu farklılıkların kendisini göstermesiyle mümkündür zira herkesin aynı şeyi düşündüğü bir ortamda düşünceden bahsedilemez. Farklılığın olduğu yerde zenginlik vardır. Tek tip düşüncenin hakim olduğu bir yerden orijinal bir düşüncenin çıkması beklenemez. Bu yüzden farklılıklar tehlike değil bize "hakikate" ulaştıracak olan yollardır.  Hayatı sadece kendimize göre anlamamız mümkün olmadığı için kitap okuruz, film izleriz. Evet, hayat sadece bizden ibaret değildir; bizim yaşadığımız hayattan çok daha farklı yaşayıp, bize hiçbir şekilde benzemeyen insanlar da vardır bu hayatta.

İnsanın olduğu bir yerde farklılıkların olması kadar doğal hiçbir şey yoktur vesselam. Herkesin hayata bakış açısı kendi gerçekliğine dayanır.



Bu resme bakınca ne görüyorsunuz?

Kendi dünyamızın dışına çıkamayıp, körü körüne hayatı yaşayan insan hep "aynı" kalmaya mahkum olur. Kendini yinelemeyen, geliştiremeyen her beyin bir süre sonra yalan olanı gerçek sanabilir. Bu da insanı yalanlarla dolu bir yaşam sürmesine neden olabilir. Öyle ki yalan bir süre sonra bu insanlar için aynı "gerçek " gibi olur. Sorgulamazlar, düşünmezler, soru sormazlar. Yalanın bir parçası olurlar ve biri kendi yalanlarına dokunacak olursa sinirlenirler, öfkelenirler. Bu insanların aslında şizofren hastalarından pek farkı yoktur.

Şizofren hastaları bildiğiniz gibi beyinlerinde "gerçek" olmayan bir dünya uydururlar. Beyinlerinde yaşadıkları dünya kendileri için bir gerçeklik ifade eder ve bu yalan dünyaya tıp "hastalık" der. Beyinlerinden bir dünya uydurmuşlardır zira bu dünya kendi beyinlerinde ait olan dünyadır.

Beyinlerinde yalanlar uydurup tıp bilimi tarafından yaftalanmış şizofrenler bilinir ama bu yukarıda bahsettiğim şizofrenik beyinler pek bilinmezler. Onlar kendilerini belli etmeyecek kadar soft bir şizofrenlerdir; ama beyinlerinde tamamen yalan bir dünya vardır. 

 Albert Camus’nün, Caligula adlı oyunundan bir replik:

"Bir insanın hayatını kaybetmesi, çok da mühim bir mesele değil; zamanı gelince ben, kendiminkinden vazgeçecek cesareti göstereceğim. Ama görmeye tahammül edemediğim, var olmak için bir nedeni olmayan, manadan arındırılmış bir hayat.".



12 Temmuz 2013 Cuma

Sultan Süleymana Kalmayan Dünya

Çok önemli: Yazıyı okurken lütfen bu şarkıyı dinleyin: http://www.youtube.com/watch?v=s3S0SJrBN_g

 Bakıyorum da kibrin ve öfkenin içinde boğuluyorsun. Her gün biraz daha batıyorsun. 

Ne geçecek eline?

Oysa umut etmek için güzel günler vardı. Sen kibri seçtin, dev aynasında baktın kendine, hiç karşındaki insanı anlamaya çalışmadın, empati yapmadın. Gittikçe de yalnızlaşıyorsun.

Yalnızlaşacaksın daha, iliklerine kadar yalnız olduğunu hissedeceksin. Kimseye kalmadı bu dünya; ortalama 60-70 yıl yaşanılan bir hayatta değer mi bu öfke?

Ne gerek vardı bunlara? Oysa iyiliği yaşatmak, umudu yaymak, gülümsemek, aşık olmak vardı. Yalın ayak bir çocukla koşmak vardı, sevince, neşeye, güneşe doğru... Türkü tadında yaşamak vardı hayatı; avuçlarında bir kuşu beslemek, bir köpeğin kana kana su içişini izlemek, Faulkner okumak, kahkahalar atarak gülmek, deliler gibi dans etmek,  insanlara yaşama azmi aşılamak, sevdiğin insanı doya doya öpmek vardı. Kendinle dalga geçmek vardı (şüphesiz bu insanı bir süre sonra eksikliklerini tamamlama ihtiyacına yöneltir ve yüceltir) 

Ama sen ne yaptın? 

Ümit öylece kaldı. Kibri seçtin, öfkene yenildin. Yalnızlaşacaksın. Soğuk bir yalnızlığın ortasında üşüyeceksin.

Çok ciddiye aldın bu hayatı. Sana da kalmayacak bu dünya... İyiliğe kalacak ama; umuda, sevince, yaşama ve yaşatma duygusuna, güzel çocuklara...


8 Temmuz 2013 Pazartesi

Kibir Ve Öfke

Öfke ve kibir yenilgidir. Sevgi ve umut aşıla insanlara. İyilik kendine yaptığın iyiliktir. Kendi ruhuna, özüne, benliğine. Kibir sadece kendinden uzaklaşmanı sağlar ve olduğundan daha farklı biri olduğuna inandırır. Farkında olmadan batarsın, bu yüzden kibir yeryüzündeki hemen hemen her dinde ve felsefi öğreti de yasaklanmıştır. En saçma diye tabir ettiğiniz görüşlerde bile kibir çok büyük ayıp sayılmıştır. Öfke de kibrin sosudur. Şimdiye kadar hiçbir insan bu iki duyguyla mutlu olamamıştır. Yaşamın özü saf sevgiye ve iyiliğe dayanır bu yüzden. Kendine bir iyilik yapmak istiyorsan git görme engelli bir çocuğa kitap oku, işitme engelli bir çocuğa işaret diliyle masal anlat, kütüphanesi olmayan bir köy okuluna kütüphane yap. Seni kurtaracak olan bu, evet sadece bu, yaptığın yardım aslında en çok kendi benliğine olacaktır! -daha iyi bir insan olmak için- Öfke ve kibirle sadece daha çok batarsın! Kendi sonunu hazırlarsın!

                                                                                                       Hakan Altay

1 Temmuz 2013 Pazartesi

6

Sosyal medyadaki en gıcık olduğum tip: Her konu hakkında bir fikri vardır. Hiçbir zaman fikrim yanlış mi diye düşünmez, bildiği doğru onun için şüphesiz doğrudur. Aksi düşünülemez. Düşünülmesi teklif dahi edilemez. Tiyatroya gitmez, kitap okumayı sıkıcı bulur, bale opera gibi sanatlarla aklınca dalga geçer.  Sinema diye bildiği şey düşük çözünürlükle izlediği filmlerdir.  Tartışmaya bayılır. Yeter ki tartışsın, karşısındaki insana derdini anlatmak için küfür de dahil her türlü yolu dener.

Velhasıl-ı kelam, ego mastürbasyonu yapmaya bayılan, biraz daha akıllı olsa geri zekalı olabilecek sığ beyinli bu tipleri görür görmez engelleyin. Kitap okumayan bir insanla asla tartışmayın. Değmez.

                                                         Hakan Altay

Karalama

Hayat alışkanlıklarımız üzerine kurulu. Bu alışkanlıklarımız bizi bir süre sonra yaşam içerisinde bazı ön yargılara götürebiliyor.

Farkında olsak da olmasak da bir süre sonra hayatımız tamamen alışkanlıklarımız ve ön yargılarımızdan ibaret oluyor. Bu da bizi bencilleştiriyor.  Bu bencillik bir süre sonra empati yoksunluğuna kadar varabiliyor. Hayatın sadece kendimizden ibaret olduğu yanlışına sürükleyebiliyor. Bize benzemeyen her insanı potansiyel bir tehlike olarak görmemize yol açabiliyor. Oysa  hayat sadece bizden ibaret değil; hayatın içerisinde birçok farklılıklar var. Bizim gibi düşünmeyen, bizim gibi giyinmeyen, bizim gibi içmeyen, bize hiçbir şekilde benzemeyen insanlar da var bu hayatta. Bu insanların sayısı her zaman da bizim sayımızdan çok daha fazla. O insanlar ne potansiyel bir tehlike arz ediyor ne de yanlış bir hayatı yaşıyorlar. Herkes kendisi için en doğru hayatı yaşıyor. Bize göre doğru olan bir şey, başkası için çok yanlış olabilir, keza aynı şekilde bizim için çok yanlış olan bir şey de başkası için çok doğru olabilir. Bir şeyin doğru ya da yanlış olması kişiden kişiye göre değişebilir vesselam. Lakin gerçek farklıdır. Gerçek bir hayatı kimin yaşadığını asla bilemeyiz. Bizim doğrumuz bizim için gerçeklik arz ettiği için o yaşamı sürdürürüz ya peki doğru dediğimiz hayat gerçek değilse? Tamamen yalanlar üzerine bir hayat inşa etmişsek kendimize? Yalanlar üzerine inşa edilmiş bir hayat yaşanmaya değer bir hayat mıdır?

Soruları arttırabiliriz. Burada asıl bilmemiz gereken nokta şu: Eğer yaşadığın hayatın, inandığın şeylerin ve hayata baktığın pencerenin "herkes için en doğrusu," olduğuna inanıyorsan tipik bir kaybedensin. Hayatın boyunca her daim kaybetmeye mahkum bir hayatı yaşarsın. Sana benzemeyen insanlara bu yüzden saygı duymak zorundasın. Bu karşındaki insana sunduğun bir lüks değil aksine kendine duyduğun saygının bir göstergesi. Kendin olmanın bir gereği, kendini gerçekleştirmenin ön koşulu.

Aksi takdirde yaşayacağın hayat yaşanmaya değmez bir hayat olacaktır.

26 Haziran 2013 Çarşamba

4

Bazen gitmek gerekir.

Arkana bakmadan, sormadan, gitmek... Nedensizce gitmek, arkada birçok belkiler bırakarak gitmek gerek...

Nereye gidersen git yine aynı yere geleceğini bile bile gitmek gerek işte bazen! Sadece gitmek...

                                                                                               Hakan Altay







19 Haziran 2013 Çarşamba

Sosyal Frekans

Bu cumadan itibaren her cuma radyo Seyhan'da saat 20:30'da Sosyal Frekans programını sunacağım...

15 Haziran 2013 Cumartesi

Bizim

Bizim masallarımız var, ninelerimizin belleğinde, bir düşün içerisinde,  bir varmış bir yokmuş diye başlar, türkülerimiz var sonra; yeryüzünün en büyük şairlerini getir, önünde baş eğer. Destanlarımız var bizim, nice yiğidi içinde taşır, anlatmaya ömür yetmez. Bizim sevdalarımız var sonra, dağları taşları delen Ferhat'larımız var. Bizim halaylarımız var, başı sonu belli olmayan, uzadıkça uzayan, horonlarımız var, kemençenin büyüsüne kapılan yüreklerimiz.  Bizim tarihimiz var, nice aslanları içinde taşır.

Bizim umudumuz var.

                                                           Hakan Altay

4 Haziran 2013 Salı

Okuma Notları

"Velhasıl dünyada bir cennet inşa edersen, ölümle cennete yatay geçiş yaparsın. Asıl hayat cennettedir. Demek ki dünyada mümkün olduğu kadar yaşatmaya bakmak gerek. Fidan dik, kuş besle, evlat büyüt, umut ve sevinç aşıla... İnsanlar senin yanındayken cennetteki gibi kınanmayan, yadırganmayan, dışlanmayan, aksine ödüllendirilen, yüceltilen, hoşnut edilen, ikramda bulunulan konumda, özgür hissederlerse sen, bulunduğu yeri cennete benzetmişsin demektir. Cennetin inşaatında bir mühendis, mimar, usta, kalfa, ya da işçi olarak çalışıyorsun demektir. Yok, eğer öldürürsen, yaşatmazsan, beslemezsen, yaşama azmi aşılamazsan; insanlar kendilerini senin yanında cehennemin dumanında boğulur gibi sıkıntılı, üzgün, baskılanmış, boyunduruk altında, kısıtlanmış, suçlu, mahçup, rahatsız, cezalandırılmış mahrum... hissederlerse, sen cehennem kurmuşsun demektir. Zebanileşmişsin. Burada kendi ellerinle bina ettiğin cehennemden, öldüğün anda ahret cehennemini boylarsın"

Not: Yukarıdaki parça Murat Menteş'in Ruhi Mücerred adlı son kitabından alıntılanmıştır.

30 Mayıs 2013 Perşembe

#BenimAdana

 Teknoloji akıl almaz bir hızla ilerliyor. Türkiye'de birçok denge de değişiyor, ana akım medya artık eski gücünde değil. Bunu ben söylemiyorum, herkes için bilindik bir şey oldu bu, onun yerine yeni bir medyamız var artık. Bu medya twitter, instagram, bloglar, sözlükler. Anlayacağınız gibi sosyal medya... Durumu şöyle özetleyeyim: "Fenomen" bir twitter kullanıcısı Türkiye'de satan çoğu gazeteden daha büyük bir etkiye sahip.

 Medya değişirken hayatımızın her alanı değişiyor aslında. Alışkanlıklarımız, yeme içme kültürümüz, sosyo-kültürel yaşantımız. Elbette siyasette bu değişimden nasibini alıyor. 

 Bu değişimi son zamanlarda tam anlamıyla gördüğüne inandığım biri var, Adana'da yerel seçimlerde başkanlığa adaylığını koymuş durumda. A, B, C hangi partiden olursanız olun, hayata hangi pencereden bakarsanız bakın, yaptıklarıyla bu gece aslında herkesin gönlünü kazandı.

 Twitter'da #BenimAdanam diye bir etiket açtı, önce Adana gündeminde, daha sonra tüm Türkiye gündemine girdi etiket. İnsanlar sohbet etti, Adana'yı konuştu, birbirleriyle hatıralarını paylaştılar, Adana'ya dair ne varsa konuşuldu. Sahipsiz Adana denildi, anlatıldı...

 Yüksel Evsen yaptı bunları, şimdi düşünüyorum da gençleri bu kadar yakından tanıyan, onlara bir abi gibi gelin konuşalım diyerek adeta dertleşen biri var mı başka? Hangi partiden aday olacağını bilmiyorum, bildiğim bir şey var yalnız: Yaptığı daha önce pek yapılmamış bir şey. 

 Adana hak ettiği siyasetçisine kavuşacak gibi... Ezber bozan, yenilikçi siyasetçilere çok  ihtiyacımız var.

24 Mayıs 2013 Cuma

GÜLŞEN

Son zamanlarda Türkiye'de çıkan en başarılı albümlerden biri:


15 Mayıs 2013 Çarşamba

suriye


Bir ülkeyi neden seversin?
 Aslında bu soruya verilebilecek çok fazla yanıt var. Dünyanın neresine gidersen git, her insan doğduğu, yaşadığı toprakları sever. Sevmiyorum diyenini alın götürün uzak bir coğrafyaya, o da bir süre sonra seviyorum diyecektir. Herkes sever. Yaşamak için; o toprakların kültüründe, yaşam biçiminde kendisi de yoğrulur zira.  İçli köftesinden tutun da, denizine kadar. Ağacını, sokak hayvanlarını, kirpisini, ezan sesini, yağmurunu, ekmek kokusunu, küfrünü, kaldırımlarını, her şeyini...
 Bu anlatıklarım kuru bir milliyetçilik değil, daha ziyade gerçek anlamda bir ülke sevgisini özetleyen bir şey. Bizi biz yapan, belki de yaşama tutunmamızı sağlayan, farkında olmadığımız tuhaf bir gerçeklik.
 Malumunuz Suriye'de olan olaylardan sonra ülkemize binlerce Suriyeli insan geldi. Burada sizlere Türk insanın ne kadar misafirperver bir millet olduğundan falan bahsetmeyeceğim. Böyle klişe yaklaşımlarda bulunmayacağım. Zaten bu zamana kadar bunu idrak edememiş biri varsa okumasın bu yazıyı. 
 Mersin'de yaşayan biri olarak söylüyorum, Suriyeliler burada da çok fazla sayıda. Geçen gün sahilde yürürken, bir Suriye ailesi gördüm, çocukları sahilde yeni yetişen bir ağacı sökmeye çalışıyorlardı. Yanlarına gittim. Çocuklara bunu yapmamalarını  Türkçe bilmedikleri için el işaretiyle söyledim. Ailenin babası olduğunu öğrendiğim biri geldi yanıma, kötü bir İngilizce ile bana ne var bunda der gibi bir şeyler söyledi. Çocuklarım oynuyor kimse karışamaz dedi. Çocukların oynayabilir, eğlenebilir, ağaca dokunamaz ama karışırım dedim. Yanımdan uzaklaştı, çocuklara da keyfinize bakın der gibi bir işaret yaptı.
 Orada sahilde mütemadiyen dolaşan polislerin geçmesini bekledim. Bu sırada yanıma dünyalar tatlısı bir yaşlı çift geldi. Kendi oturdukları sitelerinde Suriyelilerin elektrik parası ödemediği için tüm binanın elektriğinin kesildiğinden, denizi kirlettiklerinden bahsetti. Bir süre sohbet ettik. Devriye gezen polislere de ağacı göstererek şikayet ettik. Polis uyarınca çocuklarını yanlarına aldılar. Hepsi bir süre sonra toplanıp gittiler.
 Demem o ki, ağacına sahip çık! Misafirperverlik şahane bir şeydir. Bir onurdur, şereftir. Eyvallah! Ama ülkendeki ağaca, kirpiye, denize her şeyine sahip çık. Bizim kaçacak bir yerimiz yok çünkü...Hakan Altay

Hatay Reyhanlı

"Can garip, can suskun, can paramparça..."

29 Nisan 2013 Pazartesi

Ceyhan Börekçisi Mükremin


Youtube'da tesadüfen denk geldiğim, Adana'nın Ceyhan ilçesinde yaşayan, inanılmaz güçlü bir sesi olan börekçi abimiz...

Gerçekten müthiş bir ses, videolarını dinledikçe dinleyesi geliyor insanın:

                                         





 

26 Nisan 2013 Cuma

Koala



Fotoğrafta gördüğünüz bir koala. Gezintiye çıkıyor, evine geri döndüğünde evini yerinde bulamıyor; saatlerdir orada, yıkılmış olan evinin olduğu yerde beklediği söyleniyor. Bu fotoğrafı görünce insanlığımdan bir kez daha utandım. Bunu yapanlarla aynı canlı türünden olduğum için utandım. Kendinden başka hiçbir canlıyı düşünmeyen, hırs bürümüş bu vampirlerden sadece utandım!

Hangi dine inanırsanız inanın, hangi kültürden olursanız olun, yeryüzünün en basit kuralıdır: Yuva bozanın yuvası olmaz. Bu, hayatta en çok inandığım, en basit gerçeklerden biridir. 

Bir koalanın evine göz diken, bir kirpinin dedesinin, nenesinin, babasının ve anasının içgüdüsel olarak binlerce yıldır kullandığı yoluna yol yapan, evini bozan, bir yılanı sebepsizce öldüren, orada burada öldürdüğü ayının videosunu paylaşan insanlardan sizden de utanıyorum. Biliyorum ki şimdi yukarıdaki  Koala'nın evini yıkan insanlar, öyle bir ah aldınız ki şimdi siz... Bu dünyalar tatlısı hayvanın öyle içten bir ahını aldınız ki, başınıza depremler gelecek. Eviniz yanacak, seller basacak yolunuzu, olacak bu!.. Size olmasa bile çocuklarınıza, torunlarınıza olacak. Neye inanıyorsanız inanın, ne yapıyorsanız yapın. Yuva bozanın yuvası olmaz. Doğa intikamını er ya da geç alacak sizden. Başınıza öyle felaketler gelecek ki kaçacak delik arayacaksınız.

19 Nisan 2013 Cuma

Meslek





İbretlik bir video. Bizim gibi mesleğin değerini bilmeyen ülkelerde sadece komik olarak yaftalanabilir. Adam mesleğe değer veriyor. "Ne olmak istiyorsun?" diye sorduğunda "Araba tamir etmek istiyorum abi," diyor. Bu kadar basit. Kendi istediği için sevdiği için istiyor bunu, bir başkasının isteğine göre değil, kendi isteğine göre.

Böyle bir insanın mutsuz olması mümkün mü sizce? Biz de insanları hiç gerçekleştiremeyecekleri hayaller peşinde sürüklüyoruz, sonra gerçekleşmeyince de mutsuz oluyor. Kendi yeteneklerini bilmeden, potansiyelini tanımadan, anlamadan hayatını çar çur ediyor.

Birde sanırım meslekleri yaşadığımız ülkeye göre de değerlendirmemek lazım, adamlar mesleğin değerinin farkında, her mesleğin ne kadar önemli olduğunu bilinç olarak kazanmışlar. İnsanlar bu bilince göre bir eğitim alıyorlar. Hayatlarını buna göre şekillendiriyorlar.

İyi bir aşçının bir doktor kadar önemli olduğunu anlamamız gerek artık. Yoksa bıdı bıdı etmeye, aslında kendimize gülmemiz gerekirken başkalarına gülmeye devam ederiz böyle.

14 Nisan 2013 Pazar

Baran

Balıkçılar arasındayım. Onları izliyorum; sahilde balık satan bir abi var. Yanında da  Fizik bölümünden mezun olmuş bir oğlu. Onlarla sohbet ediyorum. 17 yıldır bu işi yapıyormuş abi. Anlatıyor da anlatıyor. "Neler neler gördüm şu sahilde," diyor; anlattıklarını dinleyince hani gerçekten de: "Neler neler görmüş be abi," diyorsunuz. 17 yıl, dile kolay. "17 yıldır her gün buradayım, herkes tanır beni burada," diyor. Oğlu da katılıyor ona kafa sallıyor. O da işsizmiş, babasıyla beraber bu işi yapıyorlarmış.

Sohbet ederken dikkatimi bir çocuk çekiyor. Ufacık, esmer bir çocuk da yalnız başına balık tutuyor. Ben deyim 8 siz deyin 9 yaşında. Yanına gidip selam veriyorum. Beni umursamıyor bile önce. Tekrar selam verince kafasını kaldırarak "Selam" diyerek geçiştiriyor, yaşını soruyorum, "13" diyor. Gülüyorum. "Vallaha 13," diyor, gene gülünce "Tamam tamam 8 yaşındayım" diyor. Gülüyorum tekrar. "Kaçıncı sınıfa gidiyorsun?" diye soruyorum. "Okula gitmiyorum, kimliğim yok," diyor.

Bir süre sohbet ediyoruz. Bana 3 kardeş olduklarını, babası olmadığı için kimliğinin olmadığını bu yüzden de okula gidemediğinden bahsediyor.

O da her gün buraya gelenlerdenmiş. Bazen 2-3 tane balık tutabiliyormuş. Eğer evlerinde yağ olursa ki böyle zamanlarda kendisini hani çok şanslı hissediyormuş, kızartıp yiyorlarmış balığı. Kardeşleri balığı çok seviyormuş. Hiç kimse çalışmıyormuş evlerinden, bunları duyunca ona daha fazla soru sorup canını sıkmak istemiyorum.

Bizim balık malzemeleri satan abinin yanına gidiyorum: "Baran fena çocuktur. Aslan parçası aslan, babası bu 3 çocuğu bıraktı bir kadınla kaçtı," diyor.

3 kilo balık satın alıp Baran'ın yanına gidiyorum.

"Adının anlamını biliyor musun?" diye soruyorum. "Yok" diyor. "Yağmur" deyince gülüyor. Sen Kürtçe biliyor musun? diye soruyor. Hayır bilmiyorum; ama Baran ismi çok güzel bir isim, çok severim ben bu ismi diyorum. Ben de zaten biliyordum ismimin anlamını, sana bilerek bilmiyorum dedim diyor ve sesli bir şekilde gülüyor.

Al sana benim tuttuğum balıktan vereyim diyerek aldığım 3 kilo balığı uzatıyorum. Şöyle bir küçümseyerek bakıyor bana, almam, satın aldın sen bunu biliyorum yalan söyleme diyor.

Çocuk sanki büyümüş de küçülmüş. Nasıl oluyor da bu ufacık çocuk bu kocaman yüreği taşıyor aklım almıyor doğrusu.

Biraz daha sohbet ediyoruz. "Bu ne ki, biz burada boşuna balık tutuyoruz, bak şu giden gemiler var ya, kocaman gemiler, işte asıl onlar tutuyor balığı. Bize de sadece bu küçük balıklar kalıyor," diyor.

Baran'a ne yaparsam yapayım aldığım balığı kabul etmiyor. Alması için daha çok sohbet ediyoruz, bana bir gün kendisinin de balıkçı olacağından bahsediyor, böyle kocaman kocaman gemilerde balık tutacak Baran. Sonra onların hepsini eve götürecek, alın diyecek evdekilere, alın da patlayana kadar yeyin, alın da çatlayana kadar yeyin, hem yağları da olacak her zaman. Küçük kardeşi bayram yapacak evde. Oynayacak, zıplayacak, kahkahalar atacak. Baran hepsini anlatıyor bana, o geminin adı bile olacak. Okuma yazma bilmiyor Baran ama olacak o da olacak. Birine yazdıracak, gel yaz diyecek. Küçük kardeşinin adını yazdıracak gemiye, sonra gelsin bakalım kocaman kocaman balıklar.Of!

Tamam işte diyorum Baran'a. O gün sen de bana balık verirsin olmaz mı? Ödeşiriz. Gülüyor. Gözümün içine bakarak gülüyor. Zar zor kabul ediyor balığı, eyvallah diyorum. Ben hep buradayım diyor, tamam gelirsem görüşürüz diyorum. Gülüyor Baran.

Baran 8 yaşında bir çocuk. Kimliği bile yok. Hayalleri var ama... Kocaman kocaman balıkları var sonra, tutulmayı bekleyen.


12 Nisan 2013 Cuma

Yunus Balıkları

Şehir akıyor. Tüm pisliğiyle akıyor şehir. İnsanları görüyorum. O insanlar ki yorgun argın işten eve dönüyorlar, hepsinin acelesi var. Aceleleri var ama sanki hiçbir şey umurlarında değil gibi takındıkları bir tavırları da var. Nasıl oluyor da hem acelesi var gibi davranıp hem de hiçbir şey umurlarında değil gibi davranıyorlar anlamıyorum. Ve denizi görüyorum. Deniz alabildiğince kirli, ne bulduysa atmış insanlar denize, bakasım gelmiyor. Sonra 2 tane yunus balığı görüyorum. Bir çocuk gibi sevinç kaplıyor içimi, hemen sahile iniyorum, yunus balıklarını benim gibi gören iniyor, dalgaların bittiği yerde durup bakıyor yunus balıklarına. Yunus balıklarını daha önce hiç karaya bu kadar yakın görmemiştim. Yanımda bir balıkçı, o da şaşkın: "Açıkta çok var bunlardan ama yüzme mesafesinde gelmeleri de çok ilginç hani," diyor. Tüm bu kirliliğe, bu iğrençliklere rağmen güzel bir şeyler görebilmek hâlâ mümkün demek ki, belki de şehrin bu alabildiğince pisliğinin içerisinde, şu karadaki insanlara bir kıyak yapalım da güzel bir şeyler görebilsinler diye gelmişlerdir diyorum kendi kendime. Bir süre izliyorum yunus balıklarını, batıp batıp çıkıyorlar, sonra uzaklaşıyorlar, gözden kayboluyorlar. Bize de şehrin pisliği kalıyor, güzellikler saklanıyor yine her zamanki gibi, acelem varmış gibi yürüyüp sanki hiçbir şey umurumda değilmiş gibi bir tavır takınıyorum ben de... İnsanların içinde kayboluyorum. Denizi, sokağı, havayı, her yeri kirleten, kendinden başka hiçbir canlıya yaşam hakkı tanımayan bu insanlardan tiksiniyorum.

7 Nisan 2013 Pazar

TWİTTER'IN ERKEK KEZBANLARI

Bildiğiniz gibi "Kezban" kelimesi son zamanlarda epey meşhur bir kelime. Genellikle kızlar için yapılan tespitlerde sıkça kullanılıyor. Ben bu yazımda size bu kavramın Twitter'da karşılık bulan erkeklerinden bahsedeceğim. Peki, erkeğin kezbanı olur mu? Yazımın sonucunda sizin de anlayacağınız gibi bu soruya vereceğim yanıt evet, olur; bal gibi de olur hem de. Üstelik erkek kezbanları kadın kezbanlarından daha iğrenç buluyorum. Kadın kezbanların bir yere kadar  çekilebilir yanları var hani; lakin bu erkek kezbanları hiç çekilebilir, tahammül edilebilir değiller. 

Erkek kezbanlarını nasıl tanıyacağız peki? Öncelikle Twitter'da erkek bir kezban, yazdıklarıyla mütemadiyen bas bas bağırır: "Ben buradayım, tüm kezbanlığımla buradayım," der size. O yazıların berbat üslubundan, sakil duruşundan onların kezban olduklarını anlayabilirsiniz. Erkek bir kezban nasıl yazar, anlatıyorum:

- Erkek kezban, "yapmayacaksın, etmeyeceksin" tarzında twitler atmaya bayılır.

- Erkek kezban, ilgi manyağıdır. Takipçi sayısı onun için her şeydir. Takipçisi yükseldikçe egosu tavan yapar.

- Erkek kezban, ego mastürbasyonu yapmaya bayılır. 

- Erkek kezbanın yazılarında bir kendini beğenmişlik görürsünüz. Bu kendini beğenmişlikte kendisinin özel olduğunu hissettirme amacı güden bir yaklaşım vardır. Çoğu zaman bu sevimsiz yaklaşım, bir pop yıldızı olduğuna inanmaya kadar itebilir kendisini.

- Erkek kezban, çoğu zaman yazdığı yazıları kendisi yazmaz, çalar. Misal Alişan, S.Ortaç, E. Gündeş gibi şarkıcıların şarkı sözlerinden bir sözü alır, kendisine göre değiştirir. Bu tarz yazılar yazdıkça kendisini bir Kafka, Gogol zannedebilir. 

Erkek kezbanların atacağı muhtemel twitler:

- İlgilenmiyorsan amk, ilgilenme, ben de ilgilenmiyorum. (912 RT, 258 FAV)

- Ben seviyorsam bitmiştir, anlaması gerek. (400 RT 112 FAV)

- Senin her şeyinim ben, banane diğerlerinden. (723 RT, 234 FAV) 

- Beyaz tenliyse tamamdır, severim ben onu... (856 RT, 324 FAV)

- Benim için bitmişse, dönüşü yoktur. (812 RT, 233 FAV) (Sanki başımıza bir pop yıldızı, kimsin lan sen bitmişse dönüşü yokmuş it herif)


Velhasıl kelam; Onur Gökşen'in çok sevdiğim bir lafı vardır: Yazamıyorsan yazmayacaksın, yavşaklığın alemi yok," diye. Bu erkek kezbanlarını gördükçe de aklıma Onur abinin o lafı geliyor. Yazmayacaksın işte; yavşaklığın alemi yok. İnsanın en azından yazdığı bir yazıya saygısının olması gerek. Hayatında bir ağacın gölgesinde uyumamış adamların geçip Twitter'da bize hayat dersleri vermesinden midem bulanıyor.


31 Mart 2013 Pazar

Çocuk ve Demiryolu

Çocukken tren yoluna yakın bir yerde evimiz vardı. Arkadaşlarımla tren yolunda oyunlar oynardık. Bazen raylara madeni para, çivi koyar, trenin onları dümdüz etmesini beklerdik. Bundan müthiş bir haz duyardık. Sonra büyüdük, hayat tüm o demiryolu çocuklarını bir yerlere savurdu. Oyun oynamayı bıraktık. Rayların üzerine madeni para, çivi koyup bundan haz duymayı unuttuk. Büyüdük işte; zaten bir zamanlar zevkle yaptığımız şeyler artık bize bir zevk vermiyorsa büyümüşüz demektir. Büyüdükçe insanları gördüm, çocukken anlayamadığım, algılayamadığım şeyleri algılar oldum. İnsanların ne kadar bencil, korkak olduklarını gördüm. Şimdi diyorum ki: Keşke hep o rayların üzerine koyduğu madeni paranın, çivinin tren tarafından dümdüz edilmesini bekleyen çocuk olarak kalsaydım. İnsanların bu kadar bencil, bu kadar korkak olduğunu hiç bilmeyen o çocuk olarak kalsaydım. Hayat bizi keşke hiç savurmasaydı.

30 Mart 2013 Cumartesi

Savaş ve Çocuk


Sahilde oturuyorum. Denizi izliyorum, uzaklardan gemiler geçiyor. Deniz masmavi. Yaşlı bir adam, muhtemelen torunu olacak, bir çocukla  birlikte denizi izliyorlar. Arapça konuşuyorlar, onlar Suriyeli. Mersinde son zamanlarda nereye baksanız bir Suriyeli görmeniz mümkün. Onlara selam veriyorum. Çocuk gülümsüyor, adam ingilizce biliyor. Çocuğun olan bitenden haberi yok. Sadece gülümsüyor. Savaşın çirkinliklerinden, ölen insanlardan haberi yok. Adam yıllar sonra ülkesini bırakıp gitmiş. Anlatıyor:

"We came from Syria. Sadly, I've lost many people from my family. We had to escape from war. Sea is amazing, my grandson loves it much.  We sit here, watch sea for hous" diyor 

Ve sonra Türkçe "Ben çok özlüyorum Suriye" diyor. Elbette özleyecek. 

Aynı soruyu kendime soruyorum, belki farkında değiliz ama şöyle bir uzaklaşsak, hani o giden gemilere biz de binsek, biz de bal gibi özleriz. İçli köftesini, sokaklarını, denizini, belki bu ülkede küfür etmeyi bile özleriz.Her şeyini özleriz. 

Bir çocuk gülümsemesi saklayabilir o özlemleri; bir savaşı sana bir çocuk gülümsemesi unutturabilir. 

24 Mart 2013 Pazar

Vatan Gazetesi

http://pazarvatan.gazetevatan.com/haberdetay.asp?yaid=307&hkat=1&hid=20204

13 Mart 2013 Çarşamba

Bazen soruyorum kendi kendime: Hani çocukken yere bastığımızda ışık saçan ayakkabılardan aldığımız heyecanı neden şimdi de almıyoruz?
"Olmuyor işte, geri gelmiyor. Olmaz, o heyecan, o duygu çocukluğa özgü bir şey" dediğinizi duyar gibiyim. Tamam kabul ediyorum, öyle. Burada sayfalarca yazsam yine de öyle olacak biliyorum. Belki de hayatın bize yaptığı basit bir şakası bu eğlenmek için...
Ne yaparsan yap böyle olacak! Kaybedince anlayacaksın. Artık o heyecan, o merak çok uzaklarda kaldığında anlayacaksın. Ne yaparsan yap çok özleyeceksin. 
Bu saçma sapan şakalar karşısında bir tek özleyerek kaçmaya çalışacaksın işte!

5 Şubat 2013 Salı

Pucca

 Pucca hakkında bir yazı yazmam için öncelikle onun kitaplarını okumam gerektiğini düşünürek kitaplarını aldım, okudum. Kah trende, kah otobüste giderken kah uyumadan önce kitapları okuyup bitirdim. Bu süreçte de Pucca hakkında  yazılanları da okudum. Bilhassa sözlüklerde yazılanlar ya da onun hakkında forum sitelerinde atıp tutanların çoğunun yazdıklarını da okudum. Benim okuduğum Pucca ile kendisine atıp tutanlar arasında dağlar kadar fark vardı. "Olayı yanlış anlamışsınız arkadaşlar" demek için de bu yazıyı yazmak istedim.

Pucca Sezen Aksu'yu annesi şeklinde tahayyül edecek kadar naif ruhlu bir kız. Benim gibi bir Sezen Aksu hayranı...Bu naif ruhun içerisinde aslında onu koruyan gizli bir güç de var. Zira yaşamış olduğu şeyleri insan okuyunca böyle bir yorum yapamadan edemiyor. Hayatta birçok zorluğu yaşamış, buna rağmen babasını arkasında hissettiği zaman yapamayacağı hiçbir şeyin olmadığı kadar da güçlü bir kız diyebiliriz. 

Benim Pucca'yı aslında okumaya iten ana sebeplerden biri de bu kadar çok okunmasının nedenleri üzerinde düşünmekti... Evet nasıl oluyor da bu kadar çok okunan bir yazar Pucca? Aslında bu sorunun tek bir cevabı yok. Benim gözlemlediğim kadarıyla kızlar Pucca'ya sarılıyorlar. Aslında onların dile getiremediği şeyleri, Pucca dile getiriyor. Bu kadar sığ bir yaklaşımla değerlendirmek bizi sosyolojik tespit yapmaya kadar götürebilir, evet. Sonuç itibariyle kızların kendi varoluşsal özellikleri itibariyle yaşamak istediklerini yaşayamadığı, kendini sürekli sınırlandırdığı bir coğrafyada yaşıyoruz. Pucca belki de bu tabulara balyoz gibi iniyor yazdıklarıyla.  Kızların içerisinde bir Pucca var. O Pucca'yı susturuyorlar, kendi özünü oluşturan o şeyleri kendileri dışında var olan sebeplerden ötürü saklamak istiyorlar. Pucca ise saklanmıyor, saklamıyor. Neyi yaşamak istiyorsa onu yaşıyor. Duygusal, bazen kafası karışık, bazen çılgın, bazen korkusuz, bazen komik, bazen ezber bozan...Bu yüzden bilhassa kızlar tarafından Pucca seviliyor. Evet, seviliyor çünkü onda belki de kendilerini görüyorlar. Olmak istedikleri kendilerini, içlerindeki çılgın kızı... Bu yüzden onu sahipleniyorlar. Trende, otobüste, sokakta birinde kitabı görünce bile munzır bir gülümseme ile bu sahiplenmeyi süslüyorlar. 

Belki farkında olarak, belki de farkında olmadığı bir güdü ile Pucca çok şey anlatıyor. Anlattığı aslında bu ülkedeki koca bir fotoğraf... Bu fotoğraf içerisinde duygular, söylenenler, düşünceler iç sesimiz gibi bir şey... Samimi bir dille yazmış olması ise onun akıcı yazmasını sağlıyor. Spoiler vermekten kaçınarak söylüyorum, okuyun derim...


21 Ocak 2013 Pazartesi

Mertcan Bahar

Mertcan Bahar. Her yerde videoları dolaşan zeki bir çocuk. Geçen TRT'de yayınlanan sosyalmedya TV'ye de çıktı. Yaşını düşünecek olursak, videolarını izleyince çok keskin bir mizah anlayışına sahip olduğunu görmemek imkansız. Absürt mizah yapıyor, saçmalıyor, inanılmaz detaylarla güldürüyor. Kimseyi umursamıyor. Umarım bu videoları çekmeye devam eder, kendisinin gelecekte çok büyük bir oyuncu olacağını düşünüyorum zira. Hayranıyım.


                                         

20 Ocak 2013 Pazar

Twitter'da Sosyal Sorumluluk Projesi İle Nasıl Zengin Olunur?

Twitter'da mütemadiyen sosyal sorumluluk projeleri yapıp sizde zengin olmak ister misiniz? Eğer sizde az ünlüyseniz, lütfen anlatacaklarıma odaklanın:


1- Kelimeler sizin süngeriniz. Bunu asla unutmayın. Kelimelere  gereksiz anlamlar yükleyin, onlarla bir çocuğun oyun hamuruyla oynaması gibi oynayın. Misal;  Sevdirici/ Taraftör/ Hüzünbaz

2- Fenomenlerle mümkün olduğu kadar iyi geçinmeye bakın. Onlarla "kanka" olun. TT yapacağınız zaman imdadınıza yetişeceklerdir mutlaka.

3- En büyük hobiniz TT yapmak olsun. Ne kadar saçma etiket varsa belirleyin, TT yapın, mutlu olun.

3-  Sosyal sorumluluk projeleri için insanların yüreğine dokunacak alanlar seçin. Herkes sizi iyilik meleği sansın. Kahramansınız siz. Süpersiniz. Paraları götürün.

4-  Unutmayın, ne kadar çok saçmalarsanız o kadar çok sevilirsiniz. Şu tarz twitler atarak kitlelere kendinizi sevdirebilirsiniz:

-  Trene binerken gördüm kondüktörümü, sen sandım. Biletimi kontrol edince anladım. Sen değildin.

- Doğum gününde hissettim kapıları kapatmadığını, sen gittikten sonra ben zatürre oldum.

- "Yalnış" olmadığını yalnız olunca anladım. Halbuki yanlıştı, yalınlazmıştım.

- Kel ölür sırma saçlı olur, kör ölür badem gözlü olur atasözü gibiydik. Öldük ama olmadık... Hep kel kaldık.

- Otobüs şoförüm gibiydin, müsait bir yer dedim, indirdin.

- Ben seni bardağımı sever gibi sevdim, oysa sende çabuk kırıldın. Tuz #buz oldun.

Gördüğünüz gibi az ünlüyseniz, bu tarz twitler atarak köşeyi dönebilirsiniz. Sadece dikkat etmeniz gereken, yazılarınızı sanki kafesinden kaçan ve geri dönmeyen muhabbet kuşuna yazıyor gibi takınacağınız samimiyetsizce tavır...

10 Ocak 2013 Perşembe

Martılar

Sahilde uçuşup duran martılara ekmek atıyoruz. Tek değilim, yanımda yaşlı bir çift var. Martılara ekmek atarken sık sık yineliyorlar: "Her sabah biz kedilere de yemek dağıtıyoruz. Bize katılmak istersen gel!" diyorlar. Onları tanıyorum. Sabah yürüyüşlerinde hep sahilde görüyorum. Kayaların üzerinde kedileri ne yapıp ne edip buluyorlar, kedilere ziyafet çektiriyorlar, kaç defa şahit oldum. Şaşılacak şey doğrusu. O kedileri görmelisiniz, nasıl da bu yaşlı çiftleri görünce heyecanlanıyorlar. Onlara hafta içleri kendilerine bazı günler eşlik edebileceğimi söylüyorum. Martılara ekmek atarken o kadar çok heyecanlılar ki gözlerindeki sevinci de görmelisiniz. Dünya'ya çok güzel bakıyorlar. Her ikisinin de gözleri parlıyor. Bir gün ben de yaşlandığımda gözlerim aynen böyle parlasın istiyorum.

Martılar da bizim kadar heyecanlı. Ufacık bir ekmek parçasını kapmak için nasıl da yarışıyorlar. Martılara ekmek atarken kargalar geliyor. Martılar kargaları görünce nasıl panik yapıyorlar anlatamam. Elbette kargalar martılarla uğraşmanın ne kadar zor olduğunu anlıyor bir süre sonra  bu yaramazlıklarına son verip uçuyorlar başka diyarlara doğru.

Tüm ekmekleri bitiriyoruz. Yaşlı teyzede tatlı bir yorgunluk var ama gülümsüyor. "1000 tane ekmek olsun şu an gene atarım bu martılara, hepsi benim çocuğum gibi" diyor. Havada ise  ben deyim 1000 siz deyin 10000 martı var. O kadar güzel uçuyorlar ki... Yaşlı teyze, kafası karışmış gibi: "Bu martılar, akşam olunca nereye gidiyor? " Diye soruyor. Hakikaten nereye gidiyor ki bu martılar. Gizli bir ülkeleri olmalı hepsinin barınacağı. Çok gizli. Belki biz insanoğlunun asla bilemeyeceği büyük gizler ülkesi. Denizlerin ortasında. Uzaklarda. Çok uzaklarda. Kargaların hiç rahatsız etmeyeceği uzaklıklar da...

Bu martılar bugün denizlerimiz üzerinde hâlâ uçuyorlarsa bilin ki bu iki çiftin hatrı sayesindedir. Dünya'da hâlâ güzel olan bir şeyler varsa bu, bu  gibi insanların sayesinde. Yoksa Dünya çok daha kötü bir yer olurdu. Kargalar çok daha yaramaz olurlardı. Martılar daha panik olurdu...

Güvercinler ise daha tedirgin olurdu..

 Bir gün kargaların kimseye yaramazlık etmediği bir Dünya olacak. Ben buna inanıyorum. Tüm o olumsuzluklara, kirliliğe, çirkinliklere, yoksulluğa, ayrımcılıklara, silahlara rağmen olacak bu... Bu güzel insanların sayesinde olacak. Sait Faik'in dediği gibi Dünya'yı güzellik kurtaracak ...İnanıyorum buna! Sen de inan...